Kırbaç

Temkinli yaklaşalım tabii ki. Çünkü, haberin yer aldığı gazetenin bu tür haberlerde ciddi sabıka kaydı var. Habere göre Suudi Arabistan’ın Cidde kentinde içki içerken yakalanan iki kişi, tövbe ettikten sonra, yargıçtan kendilerine kırbaç cezası verilmesini de istemişler. Yargıcın “tövbe ettiniz, kırbaça gerek yok” demesine rağmen ısrar ettikleri için 80’er kez kırbaçlanmışlar.

Kimi toplumlarda kimi bireylerin bu tür tavırlar sergiledikleri bilindiği için, haber çarpıtılmış da olsa, “olabilirliliği” konusunda bir fikrimiz var en azından. Hatırlatayım yine de Britanya krallarının da, benzeri krallıklar gibi, her evlenen genç kızla gerdeğe ilk giren erkek olma “hakları” vardı çok eski zamanlarda. “İlk gece hakkı” idi bunun adı. Kral, tabii ki her gerdekte hazır bulunamayacağı için, hükümranlığının temsilcileri bulundukları bölgelerde bu hakkı kral adına kullanırlardı. Kolay değil, kendisini, elbette iktidarına ilahi bir anlam da verme kurnazlığıyla, Tanrı’nın Yeryüzündeki Elçisi olarak ilan eden kralın, kullarını, deyimi bağışlayın, “tepe tepe” kullanma hakkını kendisinde görmesi, iğrençtir kabul ama, anlaşılabilir bir kepazeliktir. Mel Gibson adlı faşizan kafalı adamın başrolünü oynadığı Cesur Yürek filmini izlediyseniz hatırlarsınız. Orada da Britanya kralına isyan, yeni evlenen genç bir kızda bu hakkı kullanmak isteyen kralın yerel temsilcisi derebeyine isyanla başlar. Kuşkusuz isyanın nedeni budur demek meseleyi pek bir hafife almak olur ama, kitleler ancak işte bu “ilk gece hakkı” gibi son derece insafsız uygulamalarla daha çabuk harekete geçebilirler. Çünkü, kapılarını, pencerelerini sıkı sıkı kapatıp, dışarıdaki hak arama kavgasına karışmama bencilliği bu durumda geçerli olmaz.

Her yerde böyle olmamıştır tabii. Sanırım Huizinga, Ortaçağın Günbatısı adlı kitabında aktarır, bu hakkın ahlaki olmadığına inan krallardan biri, “ilk gece hakkı”nı kullanmaktan vazgeçince, bir köyden temsilciler gelip krala “neden bu haktan vaz geçtiniz? Bir hatamız mı oldu?” diyerek, suçları olduğuna da inandıkları için af dilerler. Bugün elbette çok tuhaf geliyor ama, dönemin insanlarının kralın “tanrısal” gücüne, ilahi temsiliyetine duydukları “iman” buna yol açmış demek ki. İmanının en somut ilahi kişisi krala, kızını sunmuş çok mu?

Yani, Suudi Arabistan’daki o iki tövbekarın, “ille bizi kırbaçlayın” ısrarı haberi doğru değilse bile, bu tür tavırların alındığı konusunda yeterince kanıtımız var.

Peki doğruysa? Pek de şaşırtıcı gelmez bu bana. O iki Suudi vatandaşının, mahkemece kabul edilen tövbeyi, aklanmaları için yeterli görmemelerinin nedeni, tabii ki bence, “temiz vatandaş”a dönüşmek için kırbaçlama gibi bir cezaya tamamlayıcı bir uygulama olarak inanmış olmalarıdır. İnanmak zorundadırlar, çünkü yaşadıkları toplumda diğer vatandaşlarca da denetlenen bir hayatları vardır. Şeriatın gerektirdiği fiziki cezayı, kırbaçlamayı yani, toplumun diğer bireyleri görebilirler, ama tövbeden kimsenin haberi olmaz. Kırbaçlandıklarına tanık olunduğunda, toplumda yeniden kabullenilme şansları artmaktadır böylelikle. Toplum, şeri ya da adli yasalar önemli değil, kişinin toplumsal anlamda da cezalandırılması beklentisi içindedir her zaman. Şerif Mardin’in “mahalle baskısı” dediği durumun etkisi var o iki kafadarın bu tutumlarında. Tövbe gibi, temiz bir hayata yeniden başlanmasının anahtarı olacak imani bir eyleme Suudi toplumunda inanılmadığı sonucu da çıkar buradan pekala.

Elbette, bedenlerinin kolayca feda edilecek oluşuna inanmaları da bu tutumlarında etkili olabilir. Bedene verilen acının, iman açısından kişiyi olgunlaştırdığı inancına her din mensubunda rastlanır. Ruhun yüceltilip, bedenin aşağılanmasıdır bu. Din, iman söz konusu olduğunda da gayet anlaşılabilir bir durumdur elbette.

Ne olursa olsun, insanın, iktidarı kendi bedeninde hissetme ihtiyacı duyması ciddi bir akıl yanılsamasıdır gerçekten de.

Nihayetinde iki bireyden söz ediyoruz. Beden kendilerinin, ne yaparlarsa yapsınlar.

Bir toplum kendini bütünüyle kırbaçlatır mı peki? Evet, kırbaçlatır. Dirlik, düzenlik özlemini “bize bir baş lazım” diyerek ifade eden toplumun bireyleri kırbaca da razıdır demektir. Ama bazen kırbaçlanmayı bekleyen birey, yeterince kırbaçlanmadığını düşündüğü için, kırbaç sahibine dayılanabilir. Türkiye’deki yumruklamaların nedeni budur. Bu yumruklamalar, “neden daha sert olmuyorsunuz?” mesajı taşıyan yumruklamalardır. “İçimizdeki haini”, “bölücüyü” neden dar ağacında sallandırmıyorsunuz yumrukları bir anlamda. Şehit cenazesinde bakan yumruklamak, dirlik, düzenlik için “lazım olan baş”ın pasifliğine isyandır.

Yumruğun, otoriteye “kırbaçını göster” çağrısı yerine geçtiği garip bir ülkedir Türkiye. Kırbaçın çizdiği kavisin kendisini de kapsayacağını bu kadar mı düşünmez insan? O kırbaçın eninde sonunda kendi sırtında şaklayacağını ya da?

Tuhaftır.