Gözyaşı Şeytanı Kovar

Her Türkiye tatilinde mutlaka gidip alırım Yemek ve Kültür dergisini. Yemek ile tıkınmak arasındaki farkı biliyor olsam da asla bu bilme haline uygun davranmayan bir yemek azgını olarak belki de bana uzak olması gerekirdi bu derginin. Ama işin içine yemekten çok, onu çevreleyen kültür faktörü girince, kayıtsız kalmam mümkün değil. En son sekizinci sayısını almıştım, bir iki eksiği daha var, bulup tamamlayacağım. Yemek/mutfak çerçevesinde ne antropolojik bilgiler, ne folklorik incelemeler var, görseniz çok seveceksiniz.

Derginin sekizinci sayısında, Musa Dağdeviren’in, Unutulmuş Halk Yemekleri başlığıyla sunduğu Zavuş adlı yemeğin tarifi var. Narla mercimekle yapılan bir yemek bu. Narları tane tane ayırıyor, bir bez torbanın içine koyup suyunu çıkarıyor, ardından mercimekleri bir tülbente koyup ağzını bağlıyorsunuz. Bundan sonrası biraz zor gibi nar suyunu bir testinin içine koyduktan sonra bir tepe bulmanız gerekiyor çünkü. Bulduktan sonra testinin içerisine mercimekleri atıyorsunuz. Testinin ağzını bezle bağlayıp üzerini çalı çırpıyla kapatıp, iki ay tepede bırakıyorsunuz. Her on beş günde bir gelip etrafında “zavuş Meryem, zavuş Meryem” diye üç kez bağırmanız gerekiyor.

Asla yapamam.

Londra’da tepe mepe (Muswell Hill’i tepe sayılır mı bilemem?) olmadığından değil, işlemin yarısında sıkılacağımı bildiğimden. Eskilerin vakti de sabrı da varmış, ama ben de hak getire.

Tarife yeniden döneceğim ama şunları yazayım: İmam Gazali, Kuranı Kerim’i okumanın kurallarından söz ederken, “okunurken gözyaşı dökülmelidir” der. Elli yıllık “şüpheci” yaşamının sonunda İslamı bulan Gazali, gözyaşına herhalde ilahi anlamlar yüklemiş olmalı ki bunu Kuran tilavetinde kural haline getirmiş. İslam dünyasında “el bukain” adı verilen bir “ağlayıcılar” topluluğu da vardır. İbadeti güçlendiren bir tavır demek ki gözyaşı dökmek. Birçok insan Fethullah Gülen’in sürekli, “gözyaşı medeniyeti” deyip durduğunu da sanırım hatırlar. Sadece İslam dininde değil, öncesinde de bir dolu anlam yüklendiğini biliyoruz gözyaşına. Yunan mitolojisinde, Prometeus’un insanları yarattığı çamuru gözyaşıyla yoğurduğunu okumayanımız var mı?

Bundan bir süre önce İsrail’de yapılan kazılarda Romalıların yaptığı sanılan, ince camdan üretilmiş küçük şişeler buldular. Lacrima Phials olarak adlandırılan bu şişelerde gözyaşı toplarlarmış Romalılar. Lacrima, Latince’de Gözyaşı demek zaten. Herhalde bir nedeni vardır, ama aklımda bir şey kalmamış buna ilişkin. Gözyaşının toplanacak bir madde olup olmadığı bir yana neden toplandığını düşünmek, iyi bir beyin cimnastiği olabilirdi. Günümüze kadar gelebilseydi, günümüz insanının şişe yetiştiremeyeceği bir âdet olurdu tabii. Çünkü bu çağ, diğerlerinden daha fazla gözyaşı çağı sanki. Belki kendi zaman/mekân çerçevemden bakınca böyle düşünüyorumdur. Bizim hissetiklerimizin, bizden öncekilerden daha yakıcı olduğuna inanmamız “doğal insanlık davranışı” elbette. Romalılara sorma şansımız olsaydı, kimbilir onlar da gözyaşı çağının kendi çağları olduğunu söylerlerdi. Herkes kendi evindeki acıyla bakar dünyaya.

Gözyaşı bu, her yerde karşımıza çıkar. Tiyatroda, resimde, şiirde, öyküde, romanda, mitolojide, ibadette. “Her yerde” diye kesin bir ifade kullanmış olsam da yine de olmadık yerlerde de çıkıyor insanın karşısına. Yaşadıkça neler öğreniyor insan. Yukarıdaki yemek tarifinde bilerek atladığım malzemelerden biri de işte bu gözyaşıydı. Hani dedim ya, testinin içerisine mercimekleri atıyorsunuz diye, yapmanız gereken bir şey daha var: bu işlemi yaparken o testinin içine üç damla da gözyaşı damlatacaksınız. Yoksa Zavuş’u yapamazsınız. Bu yemekte de işaret edilen gözyaşını yemeğe katma âdeti bir Ermeni geleneği aslında ama oraya siz acılı herhangi bir halkın adını koyabilirsiniz. Türk, Kürt, Arap, Ermeni, Rum hangi halksa, tarifi bozmaz.

Zavuş’tan amaçlanan birçok niyetin içerisinde, gözyaşı yoluyla şeytanı kovalamak da var.

Filistinlilerin, Iraklıların başlarındaki “şeytanı” kovmak için bu yemek tarifine özellikle şu günlerde ihtiyaçları yok mu sizce de?

Yok mu?