Çünkü kırlangıç da tükendi

“Küçük, muttarid, muhteriz darbeler/kafeslerde, camlarda pür-ihtizaz/ olur dem be dem nevha-ger, nağme saz.” Yağmurla ilgili şiiri böyle başlar Tevfik Fikret’in.

“Küçük, tekdüze, ürkek vuruşlar/ Kafeslerde, camlarda titreşerek/ Durmadan türkü söyler” diye sadeleştirilebilir bu güzel dizeler. Büyük Fikret’in elbette şairane duygularla yağmura türkü söyletmesi, yağmuru evlerinin penceresinden seyredenlerin anlayabilecekleri bir ruh halidir. Güzel bir görüntüdür bu elbette.

Barajlar, setler yaparak, kontrol altına aldığı andan beri, insanlığın yağmurla çok da sorunu kalmamıştır diye bilinir. Öfkelenip, üzerimize çullandığı anlarda yapacak çok şeyimiz yoktur ama yine de yağmura bağlı olarak gelen selin nasıl önlenebileceği konusunda, en ilkelinden en çağdaşına kadar yüzlerce yöntem bilmekteyiz insanlık olarak.

Eskiden hayvanların hareketlerinden, bitkilerdeki değişikliklerden yola çıkarak herhangi bir doğa olayından haberdar olabilen topluluklar vardı. Kırlangıçların yüksekten uçuşunu yağmurun habercisi kabul edip ona göre alırlardı önlemlerini. Onlar da kırlangıç takip ettiler mi bilmem ama İnka’ların Peru’da hüküm sürdükleri zamanlarda yerleşim birimlerini hep yükseklerde inşa ettiklerine dikkatinizi çekerim. Selin, çamurun ulaşmasının zor olduğu yerlere yani. Bu medeniyetten bugüne ulaşan muhteşem Machu Picchu harabeleri dağın tepesine kondurulmuş büyükçe bir köydü örneğin. Eski zaman insanlarının gidip dere yatağına ev yapmayacak kadar akılları vardı. Toprağı sıklaştırıp erozyonu engelledikleri için ağaç kestiklerine de pek sık rastlanmazdı. Doğanın düşman gibi görülmediği zamanlardı o zamanlar. Tek allahlı dinler bile doğaya saygıda kusur etmemişlerdi. Musevilerin, Tu Bişvat adını verdikleri bir Ağaç Bayramı vardır örneğin. İslamda da önem verilir ağaça. Bir hadiste, “elinde dikime hazır bir fidanı olan kimse, kıyametin kopmakta olduğunu görse bile kıyamet kopmadan dikimini yetiştirebilecekse, elindeki fidanı hemen diksin" denir. “Yüzde doksan dokuzu” müslüman Türkiye dünyada en çok ağaç kıyımının yapıldığı ülkelerden biridir bugün.

Konut için Marmara’da, golf sahası için Antalya’da binlerce ağaç kesenler doğayı kendilerine düşman edenlerdir. İstanbul’da, şimdi şiddetli bir yağmurda suyla dolup taşan İkitelli benzeri yerler ağaçtan geçilmezdi eskiden. Ağacın uçurulduğu yerde su, çamur vardır. Can kaybı da.

Doğanın insanoğluna/kızına bir kötülüğü yoktur . Neden olsun ki? Olmadık yerde ağaç kesilirse, konut yapılacak diye su yolları değiştirilirse ölüm her yerde bulur kişiyi. Türkiye’nin en zengin kişilerinden biri olan Esad Edin ve 3 çocuğu 5 Ekim 2008 tarihinde Edremit’de kamp yaparken sele kapılıp yaşamını yitirdiler, hatırlarsınız. Orası sözümona kamp yeriydi. Islah edilmesi, taşkınların önlenmesi amacıyla korunaklı olması gerekirdi. Kaybettikleri annelerinin acısını biraz olsun dağıtmaları için tatile götürülmüş olan çocukları babalarıyla beraber önüne katıp götürmüştü çamurlu sel suları.

Doğa sınıf farkı gözetir mi? Sorumsuzluğun, vurdumduymazlığın bedelini herkes ödemiyor mu? Varlıklı Esat Edin de, dolduruldukları dört bir tarafı kapalı araçta, kabul edilemez biçimde hayatını kaybeden o emekçi yedi kadın da rantçıların kurbanı oldular. Tarlalara, toprağa getirdiği bereket yüzünden “rahmet” diye adlandırılan yağmurun, şiddetli yağınca, “felaket” olarak adlandırıldığı bir ülkedir Türkiye.

Başka ülkelerde de olmuyor mu peki? Bizdeki sorumsuzları rahatlatacaksa söyleyelim evet oluyor. Çünkü o ülkelerde de bizdeki kadar olmasa ağaç katliamı yapanlar var. Belediyelerin saçma sapan kararlarla dere kıyılarına ev yapılmasına göz yummalar o ülkelerde de geçerli. Örneğin İngiltere’de. Bir kaç yıl önce Cornwall bölgesini bir felaket alanına çeviren sellerin büyük zarara yol açmasının nedenleri arasında, toprağın düzensiz işlenmiş olması da gösteriliyordu.

Emekçi, her yerde aynı biçimde ölüyor. İşlerine götürülüp getirilirken dolduruldukları her tarafı kapalı, insan taşımaya uygun olmayan, tabut araçta boğularak ölmeyi akıllarına bile getirmemişlerdi herhalde o yedi emekçi kadın. İşyerlerinden, kendilerine ulaşım olanağı sağlandığı için de, memnundular kuşkusuz. Oysa işverenin belli ki “lütfedip” sunduğu bir “servis”ti o. Bu tür küçük kazanımların, büyük kavgalarının hızını kestiğini anlamaya vakitleri olmadı onların.

Meteorolojinin önceden geleceğini bildirdiği yağmur için hiç bir önlem almayan “kent diktatörleri”, itikadlarınca “rahmet” dedikleri yağmurun “felaket”e dönüşmesinden sorumludurlar. Ülkenin tüm mimarları, şehir planlamacıları, namuslu belediyecilik uzmanları yıllarca kaçak yapılaşmaya, düzensiz kentleşmeye itiraz ettiler. Dere kenarlarının imara açılmamasını, su yataklarının rantçıların istekleri doğrultusunda değiştirilmemesi gerektiğini söyleyip durdular. Karadeniz oto yol projesinin bir felaket olduğu konusunda haklı çıktıklarını da Giresun’daki sel faciasıyla kanıtladılar. Ama hiç bir zaman raporları, incelemeleri dikkate alınmadı. Rantçının sesi, vicdanın da sağduyunun da sesini bastırdı her zaman.

Geriye kalan “ses” ise işte bu çamurlu suların çıkardığı uğultudur. Büyük Fikret’in “durmadan türkü söyler” dediği yağmur, artık bir ağıt nedeni olmuştur Marmara’da. Onlarca insanın kaybından “ağıt”tan başka ne doğabilirdi? Ama yağmur kendi kendine felaket haline gelmez. Yağmur elbette masumdur.

Ülkeyi, kenti, tüm doğayı o kadar tahrip ettiler ki, daha büyük bir yağmurda o “modern” kurumları da suya kapılıp gider bir gün. Gün gelir, insan oğlu, insan kızı, “yağmur geliyor mu?” diye kırlangıç aramaya başlar gökyüzünde.

Perişan ettikleri “çevre”lerinde, bulabilirlerse tabi