Bilirkişi

Şöyle bir olay hatırlarım hem yaşadıklarından hem de trajik ölümünden ötürü Acıların Kadını lakabıyla bilinen şarkıcı Bergen’i öldüren katil, cezasını tamamlayıp çıktığı cezaevinin kapısında, haksızlığa uğrayan ya da mağdur olan oymuşcasına, bir grup yakını tarafından davulla, zurnayla, kurban kesilerek karşılanmıştı. Oysa, güzelliği belli ki başına bela olmuş olan o güzel kadının bir gözünü de, yüzüne attığı kezzapla kör etmiş, hastalıklı bir “tutkun”du o katil. Hiç bir şey, bu katilin, bir mağdurmuşcasına okşanması kadar yüreğime dokunmamıştı haberi okuduğumda, Çünkü böyle bir “bağra basma”ya tanık olmamıştım o ana kadar.

Şimdi televizyon dizilerinde oynayan, eskinin solcusu, günümüzün imanlısı bir eski karikatürist de, bir genç kıza tecavüzden suçlu bulunup cezaevine giren kardeşi serbest kaldığında, onunla beraber “şükür namazı” kılmış, gazetelere duyurmakta da bir sakınca görmemişti bunu. Şükür Namazı’nın hangi durumlarda, ne niyetle kılındığından haberdar olan biri olarak, durumun uygunsuzluğunu gördüğümde büyük öfke duymuştum.

Kemal Horzum adını anımsayanlar vardır, kuşkusuz. Özal döneminin en büyük yolsuzluklarından birinde adı geçen, günlerce gazetelere manşet olan, kaçtığı bir Avrupa ülkesinden yakalanarak Türkiye’ye getirilen biriydi. Tüm bu olaylardan kısa bir süre sonra, Kızılay’ın Afyon Şubesi, yaptığı, –sanırım- bağışlardan ötürü altın rozet takmıştı Horzum’a. Onlarca örnek var böyle. Toplumumuzun arsızı, hırsızı sevdiği, koruyup kolladığı bilinmedik bir şey değil.

Yasaların verdiği cezalardan öte, kamunun da, en azından ortak nefreti ya da tepkiyi toplamış kişilere ilişkin bir yargısı olması gerekir. Bu yargı, elbette, bireylere “ikinci bir şans” verilmesi konusunda hoşgörülü olmalıdır ama bu bir katili, bir toplum zararlısını bütünüyle savunmak noktasına kadar vardırılmamalıdır.

Oysa bunun tam tersinin olduğunu, Mehmet Ali Ağca adlı zatın, devletin ekranlarından, bir bilirkişiymişcesine konuşturulduğunu görünce bir kez daha anlamış olduk. Kamusal cezalandırma mekanizmasında bir rahatsızlık var bu toplumun. Tecavüze uğrayan kadını, tecavüze yol açan davranışlar sergilemiştir mutlaka diyerek, “mahkum” eden bir mekanizmadır bu. Yolsuzluk yapana, çalana gösterilen anlayış, basit bir lakırdı gibi gelen “bal tutan parmağını yalar” cümlesiyle “felsefi” bir temele de oturmuşsa, mesele parmak yalamayı, “bal tutulacak” ana kadar beklemektir sadece. Mazbut yaşayıp da, ikbal kapısını aralayıp içeri girme fırsatını bulan, sonra da zenginleşip semiren çok zevat vardır, bilmez miyiz?

Kimse kendini kandırmasın. Abdi İpekçi öldürüldüğünde, bu cinayeti o gün siyasi meşrepleri gereği pek de kınamayan kişiler, günümüzde hala meseleye öyle yaklaşmaktalar. TRT’den bir yetkilinin Ağca için, “tüm cezalarını yatıp çıkmış birisidir” diyerek, artık toplumun bağrına basılması gereken bir şahsiyet olduğuna vurgu yapması o “yaklaşım”ın hala var olduğunun kanıtıdır benim açımdan. “Cezalarını yatıp çıkma”nın bu toplumda, her “cezasını çekenin” pek de öyle kolayca kabullenildiği anlamına gelmediğini hepimiz biliriz. Yüz kızartıcı olmayan bir suçtan ötürü sabıka kaydı bulunanların bile ne tür haklardan mahrum bırakıldıklarını bilmediğini söyleyen çıkarsa, ağır laf ederim. İşimize geldiğinde “yasal cezalandırma”nın yeterli olabileceğine inanmadığımızı düşünenlere de pek iyi gözle bakmam, peşin söyleyeyim. Neden? Çünkü, zaman zaman tehlikeli ya da haksız yargılara varıyor olsa da, “kamusal cezalandırma” diye bir olgu var. Tarifi konusunda kafam pek karışıktır ama, herhalde bu tür “cezalandırma” tek tek “vicdan”ların, ortak bir kabulde buluşmasıyla oluşur. Var bunun örnekleri. Nobel ödüllü Norveçli yazar Knut Hamsun’u Norveç halkı hala affetmemiştir, ülkesi Nazi işgali altındayken bile Nazileri desteklediği için. Çok ama çok önemli, iyi bir yazardır fakat Norveç’te adı bir kütüphaneye, bir meydana, bir parka verilmemiştir. Benim “kamusal cezalandırma” dediğim budur. Toplumsal lince yol açan türü benden uzak dursun.

Türkiye, çok açık ki, “kamusal vicdan” yokluğundan muzdarip bir ülkedir. Çünkü olana bitene kayıtsız yurttaşları var. Bu kayıtsızlık konusunda kendi kendisini “bana ne?” sorusuyla ikna eden başka bir toplum var mıdır Türkiye’deki kadar?

Yani TRT, Mehmet Ali Ağca’yı, onu seven “binlerce insanı” düşünerek ekrana çıkarmıştır. Bunu kabul edelim artık. Programda, ona neyin sorulup sorulmadığının bir önemi de yok. Yıllarca tek bir suç ortağını ele vermemiş birinden bir televizyon programında bilgi vermesi mi bekleniyordu? Seyretmedim ama okuduklarıma göre, Papa suikastında Vatikan’ın parmağı olduğunu söylemiş. Bu, her şeye rağmen İslam dünyasından çıkan birinin Papa’yı vurmasından mahcubiyet duyan iman sahibini rahatlatır biraz. İnanmak ona kalmış. Ama, Vatikan’ın her türlü kirli işin içinde olduğuna inanmak için Ağca’dan Papalık’ı işin içine karıştırmasını beklemek gerekmez. Bilen biliyor zaten. Papa suikastını Vatikan planlamış olsa bile, “vuranın” hiç mi suçu yok? Bu planın neden parçası oldun diye sorun o zaman Ağca’nıza. Öldürmeye kalktığı Papa’nın kendisini cezaevine bizzat gelerek bağışlamasıyla Papalık’a müthiş bir “hoşgörü” sergileme fırsatı vererek, mensup olduğu dinine zarar verdiği konusunda ne düşündüğünü de sorsalardı keşke.

Kızmanın, olana bitene sinirlenmenin anlamı yok. Memleket böyle.

Ben Ağca’yı izlemedim televizyonda. Ama şimdi, cipsimi, içeceğimi tedarik edip kurulacağım televizyonun karşısına.

Ogün Samast’ı kaçırmayayım hiç değilse.