Barbarasso olmak da var, Alparslan da

Ben Falih Rıfkı’dan okumuştum, Yunan Kralı I.Aleksandros’un beslediği maymun tarafından ısırılarak öldüğünü. Ölen, egemen bir güç olduğundan, pek bir basit gelmişti bu ölüm bana haliyle. Sözkonusu olanlar, kral, sultan, imparator olunca, onlara heybetli bir son yakıştırıyor insan, ister istemez.

Maymun ısırmasından ölmek çok tuhaf. Yanına binbir türlü şatafatla yaklaşılan, törenle görüşülebilen, onlarca koruması arasında güvende olduğu izlenimi uyandırılan hükümdarın, hiç hesapta olmayan bir biçimde, muhtemelen kucağında başını okşadığı maymunu tarafından ısırılarak ölmesinde gülünç bir şey yok elbette. Aslında gerçek bir trajedidir bu. İmparatorluğunun tarihi –resmi tarih yazıcılığı böyledir- yapıp ettiklerine bakılarak yazılan bir hükümdarın, maymun ısırığından ölümünü nasıl analatabilirdi resmi tarihçi? “Şanlı imparator maymuna aslanlar gibi direndi ama ölmekten kurtulamadı” diyebilir miydi sizce?

Gerçeğe bağlılık duygusunu yitirmiş yüzsüz tarihçi diyor elbette. Onun işi bu. Demek ki güç sahibi yapıp ettiklerine bakarak, “resmi” tarihçisine ne yazabileceği konusunda bir şeyler bırakabilmeli geride. Gösteriş yapayım derken bindiği atın üzerinde durmayı beceremeyen bir güç sahibini nasıl yazar tarihçi sizce? Şanlı mıydı değil miydi bilmem ama I. Aleksandros, tarihe maymun ısırmasından ölmüş bir hükümdar olarak geçmiştir.

Egemenin sorumluluğu büyük. Mümkünse şanına, şerefine uygun ölmeli. Benim açımdan sorun yok aslında ama Batı’da da, Doğu’da da, kendilerini allahın/tanrının gölgesi olarak gösterip heybetlerinden dudağımı uçuklatan adamlardır bunlar. Bende uyandırmayı çok sevdikleri heybetlerine uygun ölsünler diye beklemem normal, bu yüzden. “Büyük” yaşayıp, böyle ölmenin bende uyandırdığı duygunun sorumlusu, egemeni bana anlatan tarihçidir. Benim suçum yok. Bunların da tepelerinde boza pişirdikleri yığınlar gibi ölebileceklerini yine de her nasılsa, onca tanık varken tersini yapamadığından olsa gerek, resmi tarihçi yazdığı için haberdarız yine de. Buna da şükür.

Bilim insanından böyle bir beklentisi yok kimsenin. Onlar her türlü ölebilirler. Marie Curie’nin (Maria Sklodowska) kendisi gibi büyük bir bilim insanı olan kocası Pierre Currie’yi Paris’te at arabası çiğneyerek öldürdü. Kendisi de bilimsel çalışmaları sırasında aldığı aşırı dozda radyasyona bağlı olarak kanserden öldü. Bilim insanının ufku zengindir sadece, yaşamı değil. Ölümleri fakirce de olur kimilerinin. Mösyö Pierre, kafasında hangi teorik sorunla boğuşuyordu kimbilir, at arabası üzerine geldiğinde. Müthiş bir kafanın ölümü böyle olmuştur. Hükümdar ile bilim adamının bu derece sıradan ölmelerinde, gücünün uyandırdığı heybet yüzünden hükümdarınki garip gelir bana. Sizi bilmem.

Filozof Razi’yi, yapmasını istediği kimya deneyini beceremediği için, dönemin halifesi kafasına, hem de defalarca, üstelik bir kimya kitabıyla vurarak öldürmüştür denir. Böyle de ölünüyor.

Sen, dağları, ovaları, binlerce askerinle aş gel, Konya içlerine kadar gir, sonra küçük bir akarsuda boğularak öl. Üçüncü Haçlı Seferi’nin başı olan İmparator I.Friedrich Barbarossa böyle ölmüştür. “Gavur tabii, allah cezasını böyle verdi” demeden önce düşünmek lazım. Müslüman Selçuklu hükümdarı I. Kılıç Arslan da bir ırmağı geçerken boğulmuştur. Beceriksizsen böyle ölüyorsun müslüman da olsan, hristiyan da.

Bunların normalde büyük stratejistler, dahiler olmaları gerekmiyor muydu? Ülkeler fetheden, ele geçmez sanılan kentleri zapt eden bunlar değil miydi?

Malazgirt’in kapılarını Türklere açtıktan, çok değil, sadece iki yıl sonra, kavga ettiği bir esir tarafından öldürüldü Alparslan. Bir esirle kavga etmek ne demek? Koca hükümdar bir esirle nasıl kavga eder? Yanında korumaları, askerleri nasıl o esiri –sonradan yapmışlardır belki- ama Alparslan’a doğru hamle yaparken durduramaz? Bir esirle kavga nasıl başlar? Alparslan’a esir de olsa haklarından söz eden o zat, “anamızı ağlattın Alparslan” demiştir de, “al ananı da git” yanıtı üzerine mi başlamıştır kavga? “Artislik yapma lan” la devam etmesi de pek mümkün. Adil olayım, halk beni kendisiyle eşit görsün diye Rize’de kalabalığın arasına karıştığında, vatandaştan böğrüne yumruk yiyen başbakan Erdoğan’ı hatırlıyorum da, demek böyle oluyor bu tür olaylar. Gözümüzün önünde bir tarih yazılmış meğerse, hatırlasanıza. “Yahu koca hükümdar derede boğulmuş” diye şaşırmamıza imkan var mı şimdi, attan düşen bir başbakan dururken karşımızda?

Esirle arasındaki mesafeyi ayarlamamak da, atın kendisine, insanlar gibi anlayış ya da saygı göstereceğine inanmak da, inanın bana, böbürlenmekten kaynaklanır. Mağrur olmanın bu tür hasarları var.

İyi ki Gediktepe karakolu teftişinde yere çömelttiler başbakanı. Danışmanı, askeri, sözcüsü, koruması varken böyle olmuş belli ki. Tarihe Aleksandros, Barbarossa ya da Alparslan gibi geçmek de var işin içinde çünkü.

O nedenle güçten başı dönmemeli hiç kimsenin. Hiç kimse kendini Alparslan sanmamalı.

Esir bir farkına varırsa esir olduğunun, “zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi yoktur” çünkü.