Anlı zanlı

Kartaca Kralı Hannibal, büyük düşmanı Roma İmparatorluğu’na karşı, hem de çok büyük nefret besleyeceğine daha çocukluk döneminde yemin etmiştir denir. Hannibal’ın fil ordularını dağların tepesinden Roma önlerine kadar getirebilmesindeki iradenin bu nefretten kaynaklandığına inananlar da vardır.

Hannibal’in, kendisini askeri bir deha da yapan nefretinden değil, çocukluğunda duymaya karar verdiği nefretinden söz etmek daha anlamlı geliyor bana şu sıra. Çünkü nefret, seçilebilen, karar verilen bir duygu. Hannibal bunun örneği. Onun Roma’dan nefret etmesinin elbette, kendisinden öncekilerce ona iletilen/aktarılan nedenleri vardı. Nefret, berbat atalardan, berbat torunlara kadar uzun bir geçmişi olan berbat bir duygudur. Taşıyanı kirleten bir duygu olmasına rağmen, taşımayı becebilecek dirayete, kararlılığa, ahlaka, vicdana sahip olabildikleri için ben bu kahrolası Hannibal gibi adamları pek takdir ederim. Dünyanın en ağır yükünü taşımak takdire layık olmaz mı hiç?

İktidar paylaşımında, rakip bir güç olarak nefretini Roma’ya yöneltmiş olan Hannibal, uğursuz, muğursuz ama döneminin en entelektüel zatlarından biriydi, malum. Romalılardan söz ederken gözlerini nasıl kıstığını, yüzünün nasıl asıldığını görmek isterdim. Nefretin çirkinleştirdiği çok yüz gördüm, herhalde yabancısı olmadığım bir manzara ile karşılaşırdım ama yine de merak ederim: Nefret Hannibal’in yüzünü ne hale soktu diye. Merak işte.

Müge Anlı’ya bakarak da anlayabilir insan nefretin bir yüzü ne hale getirdiğini. İyi ki bunlar var da, merak duygumuzu giderebiliyoruz. Allah için güzel kadın. Zaten sadece güzel diye ona şu televizyon işinin yaptırıyorlar. Zaman zaman izlerim programını. Asla küçümsemiyorum ama konuklarının çoğunluğu, tabii ki hayat meşgalesinden ötürü fırsat bulup da, eğitim şansı yakalamış kişiler değil çoğunlukla. Anlı’nın onlar karşısında nasıl bir öğretmen, nasıl bir yaşam gurusu olduğuna tanığım. Ne de çok şey bilirmiş, hayretle dinlerim. Konuklarını, izleyenlerin de haklı bulacağını bildiği konularda özellikle, nasıl azarladığını da görmüşlüğüm vardır. Kendilerinde güç vehmeden, her sözlerinde hikmet saklı olduğuna inanan insanlar bunlar. Müge Anlı’nın bakışları, kızgın olduğu, ders verdiği zamanlarda ne hale geliyor, görmenizi isterdim. Öfkelendiğinde karşısında Romalı görmüş Hannibal oluyor bir anda. İnanın.

Kürtler söz konusu olduğunda onun da kendisindekilerden önce ona aktarılan nefret nedenleri var. Mutlaka öyle olmalı. Hannibal’le ortak yanı bu. Öğretilmiş bir nefret taşıdığı, bu nefretinin, hem de bir insanlık trajedisinde, patlayabildiği kanıtlanmış durumda. Tonlarca ağırlık altında kalıp hayatını yitiren yüzlerce insana, öğretilmiş nefretini, yine öğretilmiş ırkçılığı aracılığıyla kusabildi biliyorsunuz. Askere, polise, taş atanların coğrafyasında olmuş bir depremde, o taş atanlar ne hakla yardım istiyorlar askerden, polisten? Küçük beyinlerin bu tür soru sormadaki maharetleri bilinir. Daha önemli olan, yanıtlanması halinde soru sahibini de aydınlatacak sorular sormak, nefreti öğrenmek kadar kolay değil ne yazık ki. O nedenle yaşamları bu tür küçük sorular tasarlayabilen küçücük beyinleri yüzünden çok daha kolay bu insanların.

Katılmasam bile, belki başka bir zeminde söylense, “hem taş atıyor hem de onlardan yardım istiyorsunuz” diyerek polis, asker savunmasını mantıklı bulabilir insan. Taş atanlara, taş attıkları için onlarca ton ağırlığın altında ezilme cezasını uygun görme korkunçluğudur ürpertici olan. Haklı olduğuna inanmanın her haltı haklı kılabildiğine inanmak nasıl bir insan davranışıdır? Sonu, onlar taş attı, o nedenle yardım istememelilere çıkan muhakeme yeteneksizlikleriyle Müge Anlı gibiler sadece televizyonda iş yapabilirler. Hayatın başka alanlarında asla itibar edilecek bir figür olamazlar. Sadece o kutunun içinde yaşayan sanal yaratıklardır bunlar. Kendilerinin sanal, fikirlerinin sahici oldukları da bir gerçek ne var ki. Canımızı sıkan işte bu.

Bir televizyon figürü değil de, bir iktidar sahibi olsaydı ne olurdu Müge Anlı, tahmin edebiliriz. Gücünü, haklı olduğuna inandığı bir konuda, başkalarının acılarına da aldırmadan tabii, “ibret”lik bir ders için kullanma potansiyelinin ne kadar yüksek olduğu belli değil mi?

Televizyonda olmayı, yüksekçe bir yerde olduğu için, alttakilerin üzerine (af buyurun) işemek olarak anlayan çok tip var böyle. Ne sanırlar kendilerini, ettikleri lafların nereye gittiğini nasıl bilmezler, bu gücü nereden alırlar, kim şımartır bunları? Bunları kendilerini halkın öğretmeni ya da kanaat önderi sanmaya kim ikna etti?

Oysa bütün ömürlerini televizyonun düğmesi belirler. Kapattınız mı yoklar işte.

Ama, bunu bilmezlercesine ya da bilseler de yok olacakları ana kadar tadını çıkarmak isterlercesine kendilerini kaptırdıkları önemli kişi rolünü sürdürürler.

Anlı olan adlarını insanlık suçundan Zanlı’ya böyle çevirirler.

Ne denir?