Ağlayalım, Açılalım...

Şimdi hangi gazetede olduğunu bilmediğim spor yazarı Ali Sami Alkış, yıllar önce Türkiye gazetesindeki köşesinde varlıklı bazı kimselerin, yakınlarının cenaze törenlerinde ağlamaları için para karşılığı “ağlayıcılar” kiraladıklarını yazdığında hiç şaşırmamıştım. Çünkü bu yeni bir durum değildi. Çok çok yıllar önce de rastlanıyordu.

Alkış’ın yazdığına göre, özellikle cenaze yakını zengin hanımlar, ağlarken rimelleri bozulmasın diye bu yola başvuruyorlarmış. Yine de asıl neden, rahmetlinin ne kadar sevilen, ölümüne ne kadar çok kahrolunan biri olduğunu kanıtlamak(!) tabii ki.

Bir insanın ağlaması için anatomik olarak hangi etkenlerin bir araya gelmesi gerektiği herkesçe malum. Sevincin de üzüntünün de ağlama olarak dışa vuruşu fizyolojik bir olay, olumlu ya da olumsuz bir dış etmene bağlı. Alkış’ın yazısından anlaşıldığına göre geçim kaynakları başkalarının ölümleri ardından gözyaşı dökmek olan kişilerin ağlamak için söz konusu o unsurlara ihtiyaçları bulunmuyor. Paranızı veriyorsunuz, muhterem kaybınız için gayet inandırıcı bir biçimde ağlıyorlar. Bu işi ne kadar iyi yaptıklarını da –yine Alkış’tan öğreniyoruz- hiç bir mütevazılığa yer bırakmayacak biçimde açıklamışlar da zaten: “Arkadaşlarımız, yakınlarınızın cenazelerinde kendi babaları ölmüş gibi ağlarlar”.

Kim ne derse desin o “ağlayıcılar” ayıplanacak bir iş yapmıyorlardı bana sorarsanız. Gözyaşları sahte de olsa, yaptıkları sahtekarlık sayılmazdı. Daha doğrusu, kendilerini kiralayanlarca bilindikleri için en azından cenaze sahiplerine karşı sahtekarlık yapmıyorlardı. Kiralık oy, kiralık delege, kiralık alkış gibi ucubelerin arasında en az onlar kadar “normal” sayılması gereken bir alışverişti bu nihayetinde. Ağlayıcılar için zorlukları da vardı mutlaka. “Ne işle meşgulsünüz?” sorusuna onlardan biri olsaydınız ne yanıt verebilirdiniz örneğin? Az zorluk mu bu şimdi? Olan, eğer öte taraftan görebilme şansı varsa bile yanıt verme olanağına sahip olmayan ölüye oluyordur. Artık dünyevi hesap kitabın dışında tutulması gereken ölü, son yolculuğunda bile tezgaha getiriliyor,anlayacağınız. Öleni hayırla yadediniz düsturu uyarınca, ölenler kötü insanlar da olsalar “merhum ya da merhumeyi iyi bilmekle” yükümlü olan cemaatin, bu gerçekten “insani” tavrı, ağlamak gibi anatomik bir ihtiyacın –nedendir bilinmez- sosyal bir ihtiyaca dönüştürülmesiyle nasıl da değersiz kılınıyor, görüyoruz.

Ölenin arkasından ağlamayı yasaklamasa bile, “tevekkül”le karşılamayı öneren bir dinin hükümferma olduğu Türkiye’de bir dolu garipliğimizden biri deyip geçebilmek belki mümkün olabilirdi bu olay için. Ama bu hem sadece bize, hem de günümüze ait bir olgu değil. Çok eski –bazı- Hristiyan topluluklarında parayla cenaze törenlerinde ağlatılan kişiler vardı. Bir gelenek olduğunu da söylerler bunun. Şu “eski zaman” belirteci bu geleneği anlamamızı kolaylaştırabilir. Cenaze törenlerinin başlı başına birer “tören” olduğu “o zamanlar”da bu törenlerin aktörleri o parayla tutulan kişiler olmuştur belki. Tiyatro da kimi kaynaklara bakılırsa, böyle cenaze törenlerinden, ayinlerden türemiş madem, o dönemin ağlayıcı kiralama mantığı anlaşılabilir hiç değilse. İslam toplumlarında da, sık sık halifelerce yasaklanmasına rağmen, İslam öncesi bir adet olarak bu ağlayıcı kiralama olgusu vardı. Daha önce, İslam kültüründe El Bukain adlı bir ağlayanlar topluluğu olduğundan söz etmiştim. Eski zaman Türklerinde Sigilci olarak adlandırılan resmi ağlayıcılardan oluşan gruplar olduğunu söylüyor Jean- Paul Roux, Türklerin ve Moğolların Eski Dini adlı kitabında.

Bizde bugün de var olan bu garabetin yüzyıllar sonra analizini yapmaya niyetlenenler olursa, her şeyden önce, sadece parası olduğu için kulüp başkanı, sadece parası olduğu için milletvekili, sadece parası olduğu için Kırkpınar ağası olabilmiş şahsiyetlerden haberdar olmaları gerekecek. Böylelikle cenaze törenlerinde ağlamak için adam kiralayanları anlamakta zorlanmayacaklardır. Parayla her türlü makama ulaşabilenler, musalla taşında da itibarı parayla elde edebilirler, pekala.

Parayla satın alınabilecek o kadar çok şey var ki. Hani mümkün olsa, çektiği mide ağrısını başkalarının üstlenmesi için para verenler bile çıkabilir. Yine mümkün olsa böyle bir teklifi üstlenecek kişileri bulmakta hiç zorlanmazlar ağrı sahipleri. Para karşılığı başkalarının, bunalımlarını, ağrılarını, sancılarını çekmeye o kadar çok insan mecbur bırakılıyor ki.

Başbakan Erdoğan’ın, tam da referandum için propaganda sürecinin başında, sözümona, 12 Eylül karşıtlığını kanıtlamak için döktüğü gözyaşının içten olup olmadığının tartışıldığı şu günlerde aklıma bunların gelişi normal mi bilmiyorum? Başbakanın gözyaşları sahte miydi gerçek miydi onu da bilmiyorum. Bunu sadece ağlayan kişi bilir. Benim bildiğim, Erdoğan’ın gözyaşlarının kesinlikle “folklorik” olduğudur. Ardında, kiralık ya da sahte gözyaşlarından oluşmuş bir “gözyaşı medeniyeti” var, kolay mı?

Bakmayın zaman zaman Alkış’ın rastladığı, duyduğu kimi örneklere. İster parayla, ister başka amaçla olsun başkalarının yerine ağlama dönemleri çok geride kaldı artık. O dönemlerde yaşasaydık, Erdoğan’dan benim yerime de, -belki- gözyaşı dökmesini isteyebilirdim. Ben, benim kuşağım, 12 Eylül’le hesaplaşmamızı gözyaşlarımız üzerinden yapmaya niyetli olmadığımızdan, ağlamak gelmedi hiç birimizin aklına.

Erdoğan’ın gözyaşlarını benim için harcamasına gerek yok.

Bilin diye söylüyorum.

------------------------

Saygıdeğer Sol okuru Seyit Ali Reis’in geçen hafta sorduğu soruya yanıt vermeye çalışayım. Geçen haftaki yazımda Oğuz Türkleri’nde ağaçların insan kanıyla sulandığına ilişkin bilginin hangi kaynakta yer aldığını, çok haklı olarak soran sayın Reis’ten, bu bilginin yer aldığı kitabı –henüz- bulamadığımı bildirerek, mahcubiyetimi kabul etmesini rica ediyorum öncelikle. Fakat kesinlikle bulacak, burada yazılarımı okumak lütfunda bulunan tüm okurlarımla birlikte sayın Reis’e de bildireceğim. Ancak, sözkonusu olgunun gerçek olduğuna ilişkin, bendeki –şimdilik- tek kaynak, İbni Vahşiyye’nin yazdığı tarım kitabıdır. Bahriye Üçok’un Fransızca’dan dilimize kazandırdığı, Ali Mazaheri’nin Ortaçağ’da Müslümanların Yaşayışı adlı kitabında bu bilgi yer alır. Ama benim için bunu belirtmek mahcubiyetimi ortadan kaldırmıyor yine de. Çünkü İbni Vahşiyye, Oğuz Türkleri’nden söz etmez o kitabında. Ama Mazheri’ye göre Vahşiyye, “portakal ağacı kanla ve tercihan insan kanıyla sulanırsa çok büyük ve güzel kırmızı renkli meyveler elde edilir” der sadece. Ancak, Oğuz Türkleri’nin bu yöntemi kullandığını biliyor, ne yazık ki, -yine şimdilik- kaynak veremiyorum. Bunun, Oğuz Türkleri’nde de önem verilen Kan kültüyle ilgisi var elbette. Türklerce, Kan’a yüklenen soylu anlamlardan Jean Paul Roux’un çalışmaları aracılığıyla haberdarız. Roux’nun bendeki tüm kitaplarından birinde, yanısıra önemli bir kaynak olan İbni Fadlan’ın Seyahatnamesi’nde vardır diye düşünüyordum ama maalesef yok. Dediğim gibi, bu mahcubiyetle yaşayamam, mutlaka kaynağımı bulacağım.

Saddam’ın kanıyla Kuran yazması olayının, bir batı propagandası olduğuna inandığımı daha önceki yazılarımda ben de belirtmiştim. Ancak, Iraklı Arap komünistlerin, Saddam’ın kendisini Arapların soylu kanına sahip yegane insan gördüğü için kanıyla besmele yazdırdığını söylemeleri, (medyada yer almıştı) bunun gerçek olabileceğini düşündürttü bana.

Seyit Ali Reis dostumuzdan, daha önce yazılarımda rastladığını söylediği, önemsiz bulduğu için de uyarmadığı yanlışlarım konusunda, bana hoşgörülü davranmamasını rica ediyorum. Tüm o “önemsiz” yanlışlar birikirse baştan aşağı yanlış biri olur çıkarım. Anlayışına teşekkür etmekle beraber, bunu yapmamasını, beni mutlaka uyarmasını rica ediyor, sevgilerimi, saygılarımı kabul etmesi dileğiyle sunuyorum.

Teşekkürler.

MKE