“Kürt Sorunu” çözülemez!

Böyle yazınca, daha başlıkta, yazının hemen ilgi çekmesini sağlamaya, dolayısıyla okunurluğunu artırmaya yönelik ve pek de olumlu görülemeyecek bir çabanın içine girmiş olduğumuz akla gelirse, doğrudur, herkes yapmıyor mu, yollu bir ön savunma ile muhtemel itirazların geçiştirilebileceğini düşünerek bu başlığı koymuş olabiliriz.

Gelgelelim, bu başlığın salt bir tür reklamcı kafasının ürünü olarak yaftalanması da haktanırlığa sığmaz.

Bir kez, “Kürt sorunu” tamlamasını tırnak içine almanın anlaşılır bir yanı olduğu kabul edilmelidir. Tırnak işaretinin asıl işlevi başkalarına ait sözleri belirtmek olsa da, bununla büsbütün uyumsuz olmayan bir başka işe yaraması için de kullanılmakta olduğunu biliyoruz. Yer vereceğimiz sözcüğü, söz dizisini, klişeyi, her neyse, sahibini belirtmeden, hatta herhangi bir somut, bilinen bir sahibi yokken de tırnak içine aldığımızda, ona ilişkin bir güvensizliğimizi, duraksamamızı, benimsemeyişimizi de ima etmiş oluyoruz.

Başlığın ve yazının konusu olan sorun için de böyledir. Bu sorunun nasıl anlaşıldığı ya da anlaşılması gerektiğine ilişkin olarak söylenip yazılanlara bakılacak olursa, tam da “körün fili tarifi” deyişinin hatırlattığı bir görünüm ortaya çıkıyor. Hele de, benim gibi, bunun bir sorun, dert, bela olarak adlandırılmasına hiç ısınamamış olanlar için.

Aydemir Güler bundan 10 yıl önce yazmıştı ve okur okumaz kendisini kutladığımı bildirme gereğini duymuştum. Benim bu konuda şimdiye kadar okuduğum en iyi birkaç yazıdan biriydi. Gelenek dergisinin Mayıs 2000 tarihli 62. sayısında yayımlanmış bu kapsamlı çözümlemenin özünü anlatabilmek için şu satırlar yetecektir, umarım:

“Ben Kürt sorunu kavramı yerine Kürt dinamiği demeyi tercih ederim. Dil bir yana, bırakalım, Kürtler’i sosyalistler ve işçi sınıfı değil, burjuvazi bir sorun olarak yaşasın!

Tartışacaksak eğer, Kürt dinamiğini sosyalist devrim sürecine entegre etmenin yollarını belirlemek için, bu süreci inşa edecek olan sosyalist hareketin adımlarını netleştirmek için tartışalım.”

Köprülerin altından çok sular akmış ve hâlâ da akmakta olabilir. Bütün o akıp gitmiş ve daha da akıp gideceği anlaşılan suların doğal sayılabilecek bir sonucu olarak, bugün yukarıya aktardığım satırları okuyanların çoğu ya da önemli bir bölümü, “geçmiş olsun” diyebilir yahut o ruh durumuna çok yaklaşmış olabilir. Ama, şu gerçek değişmez: Bu konuya devrim ve sosyalizm açısından bakmanın başkaca bir çaresi, yolu, yordamı yoktur. Hiçbir nesnellik uğruna, ya da kaygısıyla, bu temel yaklaşımın dışına çıkılamaz. Ne Kürtlerin Türklerden ve başkalarından farklı biçimlerde ve daha fazlaca çiğnenen, gasp edilen, yok sayılan hakları, haklılıkları ne onlara karşı çıkarak yürütüp artık kimsenin görmezden gelemediği bir güce ulaştırdıkları mücadeleleri ne bir zamanlar içinde bulundukları ve şimdilerde pek zavallı görünen Türkiye sosyalist hareketinin güçsüzlüğü, ne şu ne bu… Belli bir inandırıcılıkla sıralanabilecek hiçbir nesnel etken ya da birtakım nesnel ve öznel etkenlerin birlikte oluşturduğu herhangi bir bütünsel tablo, o temel yaklaşımın dışına çıkarak “çözüm” aramayı, söz söylemeyi, eyleme girişmeyi haklı gösteremez.

Sosyalist siyasetin, sosyalizm ve devrim için siyasal mücadele yürütmenin vazgeçilmez koşulu budur her olaya, her konuya, her soruna, her dinamiğe sosyalizm ve sosyalizmin yolunu açacak devrimin gerekleri ve çıkarları açısından bakabilmektir. Bunu beceremeyenin sosyalist politika yapması mümkün değildir. Başka türlü de söylenebilir: Gözünde böyle bir düzeltici gözlük olmayanın, çarpıtılmış algılarla yoldan çıkmaması imkânsızdır.

Sosyalist siyasetin, kuşkusuz yeterli değil, ama gerekli koşulu, bu yaklaşımdır.

Az önce, “körün fili tarifi” deyişinden söz ettik “sorun”un anlaşılmasında ve tanımlanmasında sıkıntı var da “çözüm” olarak söylenenlerde, düşünülüp de söylenmeyenlerde yok mu sanki? Zaten, ilkinde sakatlık varsa, ikincisinde nasıl olmaz!

Bununla birlikte, çözülemez yerine çözemezler diyelim ki, sorunun doğası gereği çözülemez olduğuna ilişkin bir iddiada bulunduğumuz izlenimi doğmasın.

Neden çözemeyeceklerini ileri sürüyoruz peki? Bu sorunun geçerli yanıtlarından bazıları bugünlerde yeniden sıralanıyor. Onları tekrarlamadan birkaç noktaya daha değinebiliriz.

“Çözüm” sözcüğünden ne anlaşıldığı üzerinde durarak yapabiliriz bunu. Şu sıralarda olduğu gibi çözüm derken anlatılmak istenen, şiddetin bitmesi ise, boşuna, demek durumundayız. Şiddet hiç bitmez. Azalması ise kast edilen, mümkündür: Çok yükseldiğinde, ilan edilmiş/edilmemiş, adı konmuş/konmamış ateşkeslerle, başka bir anlatımla, ölüp öldürmekten, kan dökmekten yorgun düşmelerle ara verilir, hatta sönümlenmeye yüz tutar ama mutlak anlamda “son”a ermez.

Böyle bir saptamanın geçerliliğine ilişkin başlıca üç dayanaktan söz edilebilir.

Birincisi, hangi etnik ya da ulusal kökenden olursa olsun ezilen emekçilerle sermaye sahiplerinin, daha genel anlamıyla, sömürülenlerle sömürenlerin arasındaki sınıf mücadelesi hiç bitmeyeceğinden, onun bir formu sayılabilecek terör yahut o mücadelede farklı derecelerde hep var olan şiddet yok olmaz.

İkincisi, sömürücü sınıflar, kendilerine farklı imkânlar sunan ulusal baskı ve sömürüden, baş edemeyecekleri kadar büyük bir güç ile karşı karşıya kalmadıkları ve/veya yenilgiye uğratılmadıkları sürece vazgeçme eğiliminde olmazlar.

Genelden özele doğru gelinirse, üçüncüsü, Türkiye’nin sömürücü sınıfları açısından, başına Kürt sözcüğü getirilerek adlandırılan “sorunu” çözmeleri, hele hele Kürtlerin ve Türklerin emekçilerini gözeterek bir çözüm yoluna koymaları için kendileri açısından herhangi bir karşı konulmaz ihtiyaç ya da zorlama söz konusu değildir. Yıllardan beri ve şimdi de böyledir. Ancak, yakın bir gelecekte ve özellikle dış dinamiklerin etkisiyle, bugüne kadar çözümleme ve kestirimlerde yer bulmakla sınırlı kalmış çözüm zorlamasının kanlı canlı bir gerçeklik kazanması küçümsenebilecek bir olasılık değildir.

Önceki cümlede söz öyle geldiği, o deyimi kullanmayı gerektirdiği için kandan söz ettik. Ama, o deyimden bağımsız olarak, sözcüğün kendi birincil anlamıyla da kanlı bir gerçekliğin, bugüne kadar olup bitenle karşılaştırılamayacak kadar ağırlaşmış biçim ve görünümleriyle ortaya çıkma olasılığıdır söz konusu olan. Sorundan ve çözümden söz edenlerin büyük çoğunluğu, bunun ya farkında değil ya da başka birtakım ülküler ve hedefler uğruna katlanılabilir olduğu düşüncesindeler. Böyle gerçekleşecek bir çözümün aslında hiçbir şeyi çözmediğinin ve bugüne kadar olandan hem daha farklı hem çok daha çetrefil sorunlar yarattığının anlaşılması içinse pek de uzun bir sürenin geçmesi gerekmeyecektir.

Elbette, o lanet olası durumu kavramaya yetecek kadar yaşama şansı bulabilecekler için…