'İnsan olmaktan yorulduk…'

9 yaşındaki kız çocuklarının evlenebileceğine ilişkin Diyanet fetvası karşısındaki anlık tepkinin ifadelerinden biri başlık. Mizacınıza göre benzeşen bir ruh halini sunturlu bir küfür ya da ağır bir ironiyle de dile getiriyor olabilirsiniz. Yeni bir yıla başlarken insan olamayanlarla, kalamayanlarla mücadeleyi güçlendirme ihtiyacı açık, ancak “insan olma gerilimi” üzerine düşünmek, konuşmak da elzem görünüyor.  

Toplumsal olanla mesafelenmiş, toplumsal sorumluluklardan azade bir “insani gerilim” yaşanabilir mi? Umuttan yoksun bir “insani gerilim”den söz edilebilir mi?

“İnsani gerilim”den kastım çokça çaresizlik hissine açılan bireysel vicdan sıkışmaları değil. Aksine toplumsal düzleme taşındığında ve mücadele başlığı haline getirildiğinde kolayca çözüm bulunabilecek meselelerde insan olma sorumluluğu ile hareket etmeyi kastediyorum.

İnsanlığın geleceğine dair umutlu olmak saf bir iyimserliğin çıktısı değil elbette, iyimserlik de içkin olmakla birlikte sahip olduğumuz olanaklara dair bir aklın ürünü.

“(Marx’a göre)… özgürlük ve refaha doğru yol alan güçler aynı zamanda, insanın kudretini yerle bir etmekte, eşitsizlik ve yoksulluk üretmekte, insanların hayatları üzerinde zorbaca hakimiyet kurmaktadır. Barbarlık olmadan uygarlık, yoksulluk korkusu ve angarya olmadan katedraller veya şirketler olamaz. İnsanlığın sorunu sadece güçten veya kaynaklardan değil, böyle muhteşem bir evrimle geliştirdiği kabiliyetlerden de mahrum olmasıdır. İnsanlığı tehdit eden sadece geri kalmışlık değil, kibirdir. Marx’ta tarih insanın ilerlemesinin bir kaydı olduğu kadar, yaşayanların üstüne çöken bir kabustur da.” (*)

Eagleton’un kendi bağlamı için yaptığı değerlendirmedeki “muhteşem evrimle geliştirilen kabiliyetler” hiç kuşkusuz umudun ve insan olma sorumluluğunun en önemli dayanak noktalarından biri.

İnsan olma sorumluluğu, başlangıç olarak umudu içermek zorunda. Süreklileşmiş umutsuzlukla ne kadar insan kalınabilir ki?

Umudun olmadığı yerde haklı öfkenin, toplumsal tepkilerin de üretilmediğini, üretilemediğini görüyoruz. Türkiye’de sermaye iktidarının “muhteşem başarısı” çokça burada saklı. Yurtlarda çocuklar yanarken, toplu tecavüze uğrarken, son örnekte olduğu gibi devletin resmi kurumu 9 yaşındaki çocukların evlenebileceğine dair fetva yayınlarken yer yerinden oynamıyor. Toplumun geniş kesimleri onayladığı için değil, insan olma sorumluluğu çok fena askıya alındığı için. Biraz daha açık ifade etmek gerekirse milyonlar gericiliğin etkisinden kopamıyor çünkü milyonların daha büyük bölümü piyasa ilişkilerinin çekiminden çıkamıyor.

BM rakamlarına göre dünyada toplam kadın nüfusu içinde, 18 yaşından önce evlendirilmiş/birlikte yaşamaya mecbur edilmiş olanların sayısı 750 milyon! Kadın nüfusunun beşte biri. Güncel durumu daha iyi anlatan veriye de bakılabilir: Bugün 20-24 yaş arasında olan kadınların yüzde 27’si 18 yaşından önce evlendirilirken, bu sayının üçte biri de 15 yaşın altındaki çocuklardan oluşuyor. Dünya Bankası Kalkınma Göstergeleri’ne göre Türkiye’de 20-24 yaş arasındaki kadınların yüzde 15’i 18 yaşından önce evlendirilmiş. Resmi kayıtlara dayanan bu oranın gerçekte yüzde 20’yi aştığı tahmin ediliyor. Tüm kadın nüfusu dikkate alındığında üçte bire yaklaşan bir oran söz konusu. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı raporlarında “makyajlanmış” verilere dayanarak dünya ortalamasından iyi olduğumuz, hatta eski sosyalist ülkelerin ortalamalarına yakın seyrettiğimiz gibi değerlendirmeler yapılıyor. Diyanet fetvası kadar mide bulandırıcı, öfke uyandırıcı olduğu kesin…

İnsan olma sorumluluğu, bize “muhteşem evrimle geliştirilen kabiliyetler”e sahip çıkma, insanlığın yararına kullanmaya çaba harcama görevini yüklüyor. Diyanet fetvasındaki fütursuzluk, tek başına dinselleşmenin sonucu değil, aynı zamanda eğitimdeki özelleştirme uygulamalarının ürünü. Dolaylı değil, gayet doğrudan bir ilişki söz konusu.

Türkiye’de AKP iktidarının özel gayretinin de sonucu olarak orta öğretimde özel okulların payı yüzde 20’yi geçmiş durumda. Eğitimin amacı, “işgücü piyasası”nın ihtiyaçlarına uygun nitelikte insan yetiştirmeye indirgendiği oranda yoksul emekçi yığınlar ve elbette en başta da kız çocuklarının gerçek anlamda dışlandığı bir sistem yerleşiklik kazandı. İşgücü piyasasının ihtiyaç duyduğu kadar matematik, fen, dil becerileri kazanan bir kesimle, en temel becerileri kazanması “maliyet” olarak görülen geniş yığınlar… Birlikte oynayan, eğlenen, birbirinden öğrenen, eşit koşullarda sorumluluk duymayı öğrenen insanlar yetiştirmek gibi bir kaygı taşınmayan, ileri örneklerle karşılaşma olasılığının tamamen budandığı bir eğitim sistemi… Bir yanda gericiliğe teslim edilmiş yığınlar, diğer yanda toplumsal bir varlık olduğunu unutmaya yatkın, yeteneklerini acımasız kapitalist rekabet içinde tüketmesi beklenen “proje insanlar”…

Bugünün Türkiyesinde “insan olma gerilimi”ni mücadele etmeden aşmak mümkün mü? 2018’de geriliminiz bol olsun…

(*) “İyimser Olmayan Umut”, Terry Eagleton, Ayrıntı Yay., 2016.