Emperyalist rekabetin önemli bir bileşeni haline gelen Çin, elbette yayılırken sosyalizm taşımıyor, Asya’nın, Afrika’nın, Latin Amerika’nın emekçilerini de Avrupa ve Kuzey Amerika’dakileri de kendi sömürü çarkıyla tanıştırıyor.
Çin ‘korkusu’ bir Trump hezeyanı mı?
Gülay Dinçel
Timothy Snyder, Project Syndicate’te yer alan “America’s Weak Strongman”1 başlıklı yazısında Trump’ın aslında Çin’e yardım ettiğini öne sürdü. Snyder, Çin’in ABD’yi ekonomik ve askeri olarak geçeceğine dair korku son yıllardaki gelişmelerle birlikte azalmaya başlamışken, hatta tersine dönmekteyken Trump politikalarıyla birlikte Çin’e nefes aldırıldığını söylüyor: “Çin bir zamanlar elde etmek için mücadele etmek zorunda kalacağı şeyi kolayca alabilir.” Snyder’in son yıllardaki gelişmelerin Çin’in aleyhine olmasından tam olarak ne kastettiği yazıda açılmıyor. Çok büyük olasılıkla Çin büyümesinin, özellikle ihracat artışının önündeki doğal sınırlar ve belki Biden dönemi politikalarına atıfta bulunuyor.
Öngörülemez olmasa da Trump-Musk kavgasıyla gelinen nokta Trump yönetiminin “aklı”na ilişkin çok yüksek bir beklenti içinde olunmaması gerektiğini ortaya bir kez daha koydu. Ancak yukarıda bir örneği yer alan, aynı yayında benzerleri bolca bulunan yorumlar da Trump karşıtı cephenin ABD emperyalizminin yaşadığı sıkışmayı fazla hafife aldığını, tüm aşırılıklarına rağmen işi Trump yönetimine daraltma ciddiyetsizliğinde olduklarını gösteriyor.
Mariana Mazzucato’nun Şubat’ta Foreign Affairs’te yayımlanan “The Broken Economic Order”2 başlıklı yazısında ifade ettiği gibi Biden yönetimiyle Trump yönetimi arasında, Trump’ın ilk dönemi de dahil edildiğinde ABD emperyalizminin yaşadığı sıkışmayı aşmayı sağlayacak kapsamda bir sanayi politikası farkı bulunmuyor. Mazzucato, Biden dönemi sanayi stratejisiyle Trump dönemi arasında bir devamlılık olacağına, yarı iletken yatırımları başta olmak üzere yeni teknoloji yatırımlarının, yeşil dönüşüm başlığındaki kimi tıraşlamalar dışında sürdürüleceğine işaret ediyor. Bu eksende Rubio, Vance gibi isimleri yatırım yanlısı ve Biden dönemiyle daha iltisaklı gören Mazzucato, Musk “paradoksu”na da değiniyor: “Musk'ın şirketlerinin başarısı devlet desteğinin bir sonucudur: Tesla en az 4,9 milyar dolar devlet sübvansiyonu aldı, SpaceX büyük ölçüde NASA sözleşmelerine ve NASA'da geliştirilen ve eğitilen teknoloji ve personele dayanıyor. Gelecekte, ABD'nin ekonomik sağlığı ve temiz enerjiye geçiş gibi cesur hedeflere doğru ilerlemesi, piyasaları şekillendirebilen, büyümeyi yönlendirebilen ve özel sektörle sadece özel değil, kamusal değer yaratan anlaşmalar yapabilen oldukça çevik bir devlet gerektirecektir.”
Trump ya da herhangi bir ABD yönetimi için işleri zorlaştıran, Mazzucato, Dani Rodrik gibi isimlerin de işaret ettiği, “merkantilist” politikaların yetmeyeceği karmaşıklıkta bir tabloyla karşı karşıya olunması.
Trump’ın 2 Nisan’dan bu yana yaptıklarına bakıldığında kararlı bir strateji olma ihtimali düşük görünmekle birlikte ticaret politikasından başlamanın, yerel yatırımları ve üretimi artırmaya yönelik -örneğin otomotiv- gerçekçi olmaktan uzak hedeflerin daha çok “ABD sermayesi”nin sınırlarını belirleme gibi bir amaç taşıdığı, en azından el yordamıyla böyle bir arayış olduğu söylenebilir. ABD için daha kuvvetli ama Avrupa tekelleri için de geçerli bir durum, uluslararasılaşma ya da yayılma düzeyleri bir devlet stratejisi etrafında hareket etme kabiliyetlerinin aşınması anlamına geliyor. Bu durumun ABD hegemonyasının gerilemesinde ne ölçüde etkili olduğu ayrı bir tartışma ama gücün korunması ve artırılması için bir tür konsolidasyon ihtiyacı olduğu açık. Böyle bir konsolidasyonun çok büyük zorluklar taşıdığı da.
Trump, tarife politikasıyla konuyu Çin’in ihracat genişlemesinin durdurulması, ABD pazarında geriletilmesi, ABD’de üretimin genişletilmesi ve yeniden ihracat potansiyelinin artırılması gibi bir çerçeveye doğru daraltmış oldu. Oysa ki Çin, ABD ve Avrupa pazarlarına yönelik genişlemesinde doğal sınırlara ulaşmış durumda, hatta ihracat artışı da ulaştığı ölçek ve pazarların durumu düşünüldüğünde yavaşladı. Trump yönetiminin sermayeye, etkili olup olmayacağı tartışmalı olsa da, böyle bir yöntemle bir tür “merkezileştirici” kuvvet uygulamaya çalışmasının esas nedeni Çin’in emperyalist ülke pazarlarında genişlemesini önlemek değil. Daha ziyade Hindistan, Afrika, Latin Amerika gibi pazarlarda daha doğrusu pazar potansiyelinde hakim hale gelmesini engellemeye yönelik bir oyun kurmak diye düşünülebilir. Çin’in sermaye ihracıyla, doğrudan yatırımlarla yayılması, bu doğrultuda planlı bir devlet politikası izlemesi “korku”nun esas zemini olarak öne çıkıyor.
Aşağıdaki iki grafikte dünyada sermaye ihraçlarının ve çekilen doğrudan yatırımların 1990-2023 dönemindeki gelişimi yer alıyor. Çin’in sermaye ihracının 2010-2023 döneminde önemli bir sıçrama gerçekleştirdiği görülüyor. İki grafik aynı zamanda en çok sermaye ihraç eden ülkelerin en çok doğrudan yatırım çeken ülkeler olduğunu gösteriyor. ABD’nin sermaye ihracına nicel olarak yakınsamış görünse de Çin’in sermaye ihracının yüzde 45’i Hong Kong’da, yüzde 5 civarı offshore varlıklarda. Ancak yine de Çin, hem yoğunlaştığı ülkeler hem de Mazzucato’nun işaret ettiği “çevik devlet” tanımına uygun hareket etmesi nedeniyle tehlike arz ediyor.


2010-2013 döneminde Çin’in yurtdışı yatırımları ya da sermaye ihracı, çektiği doğrudan yatırımları geçti. Hong Kong ve offshore yatırımları hariç tutulduğunda Asya (264 milyar dolar), Avrupa (150 milyar dolar), Kuzey Amerika (110 milyar dolar), Afrika (42 milyar dolar) ve Latin Amerika (25 milyar dolar) sermaye ihracında öne çıkan bölgeler. Latin Amerika ülkelerinin çektiği toplam yabancı yatırımlar içinde Çin’in payı çok sınırlı ama Afrika’daki payı yüzde 10’a yakın. Asya’daki pay da Singapur, Vietnam, Endonezya, Malezya ve Tayland’da yoğunlaşıyor ve bu ülkeler için yüksek.

Çin’in uluslararası sermaye tarafından kuşatılmışlığı nicel ve nitel olarak, sermaye ihracı düzeyiyle karşılaştırıldığında çok daha güçlü ve karmaşık. Ki bu bir zayıflık olmasına rağmen, bir yandan da bir tür izolasyona tabi tutulmasını önleyen, örneğin Çin’deki yatırımlarda en büyük paya sahip Avrupa ülkelerinden güçlü bir hamle gelmesini sınırlandıran bir avantaj.
Çin’in sermaye ihracını bugünkü düzeyine göre sıçramalı bir şekilde artırma potansiyeli yüksek. Bir nedeni sermaye birikimi, kaynakların bunu mümkün kılması, sermayeye yönelik yayılma stratejisine yönelik bir ikna mesaisine ihtiyaç bulunmaması. Ama daha önemlisi büyüme potansiyeli yüksek ülkelerde yapılan/yapılacak yatırımların yeni yatırımları finanse eder hale gelmesi. Ki şu an büyük ölçüde Avrupa sermayesi ağırlıklı bir yabancı yatırım portföyü olan Hindistan bu eksendeki mücadelenin en önemli noktalarından biri olacak gibi görünüyor. Henüz Çin’in yatırımları sınırlı olmakla birlikte Hindistan enerji hariç ithalatının dörtte birini Çin’den yapıyor.
Emperyalist rekabetin önemli bir bileşeni haline gelen Çin, elbette yayılırken sosyalizm taşımıyor, Asya’nın, Afrika’nın, Latin Amerika’nın emekçilerini de Avrupa ve Kuzey Amerika’dakileri de kendi sömürü çarkıyla tanıştırıyor.