Eski kafalar yeni dünyalar

Siyasi iktidar ekonominin duvara toslamaması için düzenleme üzerine düzenleme, müdahale üzerine müdahale yapıyor. Genel anlamda 2008 sonrası, spesifik olarak da son iki yıl, devletin ekonomi üzerindeki kontrolünün belirgin biçimde arttığı bir dönem olarak nitelenebilir. Doğrudan ya da dolaylı, her şekilde sermaye sınıfının çıkarlarının kollandığını belirtmeye sanırım gerek yok.

Yapılan düzenlemelere yönelik düzen içi eleştirileri de iki düzlemde toplamak mümkün. İlki, yapısal reformlar yerine günü kurtaran, ekonominin sağlıklı bir rotaya oturtulmasından ziyade siyasi iktidarın çıkarlarını gözeten uygulamalara öncelik verildiği, tırmandırılan siyasi gerilimlerin uluslararası yatırım ve işbirliği olanaklarından yararlanmayı engellediği yönündeki argümanlardan oluşuyor. İkinci düzlemde ise güncel uygulamaları kaynak kullanımı ve “serbest piyasayı bozucu” etkileri üzerinden değerlendiren yaklaşımlar yer alıyor.

İlk düzlemde büyük bir kakofoni hüküm sürüyor. 2008 krizinin enkazı ortada dururken dinmesi, dindirilmesi güç. Yapısal dönüşüm, yapısal reformlar, bilmeyenlerin kulağına hoş gelse de, çokça eski dünyanın koordinatlarında kalmış, neoklasik daha doğrusu emperyalist reçetelere tekabül eden, içi boşalmış kavramlar.

Son 40 yılın yapısal dönüşüm reçetelerinin önemli adımlarını hatırlayın: Sermaye hareketlerinde ve dış ticarette serbestleşme, “küresel değer zinciri”ne entegrasyonla birlikte üretim sürecinin parçalanması, sendikasızlaştırma, esnek çalışma… Tüm bu adımlardan dünya ölçeğinde emekçilere düşen açık bir yoksullaşma oldu. Gelir dağılımındaki bozulmayı, artan eşitsizlikleri açıklamak için başka nedenler aramaya gerek yok. Artan tekelleşmenin tek tek ülkelerin teknolojik sıçrama ve kalkınma süreçleri önünde geçen yüzyıla göre çok daha büyük bir engel haline geldiğini de eklemek gerekir.

Biraz daha sadeleştirirsek yapısal dönüşümün kapitalizm koşullarında az ya da çok kalkınmacı bir perspektifi ima ettiği dönem sadece Türkiye için değil, tüm dünyada 1980’lerden öncesi. Yani uzun zamandır geçersiz. Sovyetler Birliği ve sosyalist sistemin bulunduğu dünyanın sunduğu ekonomi politika tayfını geçerli kabul ederek sürdürülen tartışmaların bugün aslında karşılığı yok denebilir.

Evet ABD başta olmak üzere tüm dünyada korumacı önlemler artıyor, devletlerin ekonomiye yönelik müdahaleleri artıyor ya da doğrudan kontrol mekanizmaları daha fazla kullanılıyor. Türkiye örneğinde olduğu gibi bu müdahale ya da kontrol süreci, sermaye sınıfının iç dengelerini bozucu, sermaye düzeninin meşruiyetini sarsıcı kimi sonuçlar üretebiliyor. Ama piyasaya dokunulan ya da dokunmayı bırakın piyasa ilişkilerinin sorgulandığı tek bir örnek bulmak imkansız.

Türkiye özelinde “yapısal dönüşümcü”lerin önemli bir bölümünün emperyalist eksene daha sıkı tutunma, son güçlü bağlanma biçimi AB üyelik süreci, ekonomik karşılığı da Gümrük Birliği çerçevesi olmak üzere, bir tür güvenli sulara sığınma arayışında olduğunu söylemek mümkün. Sermaye sınıfı açısından AKP iktidarının dış politika maceraları yüzünden kaçırılan fırsatlar muhakkak olmuştur. Ancak mevcut emperyalist-kapitalist dengeler içinde “daha istikrarlı”, “daha güvenli” bir kapitalizm arayışı, kapitalizm koşullarında aşırılıkların azaltıldığı bir paradigma mümkün görünmüyor. Almanya’nın son iki yıldaki ekonomik başarısının motorunun, seçerek aldığı birkaç milyon göçmeni “entegre etme” becerisi olduğu bir dünyada konuşuyoruz. İşçi sınıfının sahneye çıkmadığı, ağırlığını koymadığı koşullarda düzen içi ekonomi politika arayışlarının, fanteziler haricinde, kamucu, kalkınmacı uygulamalara odaklanma ihtimali bulunmuyor.

Nitekim, bu nedenle AKP iktidarı, Türkiye tarihindeki en has sermaye iktidarlarından biri “milli”, “yerli” vurgusunu rahatça yapabiliyor. Çünkü olası yanlış anlamaları giderme, ideolojik hassasiyetle düzeltme görevinin gönüllüsü çok. Geçtiğimiz hafta detayları netleşen “yerli üretim” teşvik paketi tartışmalarında görüldü. Hepi topu 500 milyon liralık ve göstermelik olduğu çok net olan paket üzerinde serbest piyasaya müdahale kaygılarından bu zamanda “yerli üretim gerçekten yerli üretim olabilir mi” sorusuna pek çok itiraz dile getirildi. Benzer türde kaygıları çok teknik bir düzenleme olduğu, arkadan dolaşmak için pek çok olanağın bulunduğu döviz kredilerine yönelik sınırlandırmada da görmek mümkün.

Devletin 3. Havalimanı’nda, Avrasya Tüneli’nde, Osmangazi Köprüsü’nde sermayeyi fonlamak yerine iki Erdemir, iki Petkim daha kurup ithal bağımlılığına niye son vermediğini ya da döviz kredilerinin sadece yüzde 16’sına karşılık gelen bölüme çekidüzen vermekle yetinip uluslararası fonlama mekanizmasına neden müdahale etmediğini sormak için asgarisinden “kamucu” bir perspektif taşımak gerekiyor. Türkiye’nin siyasi yelpazesi sosyalizm perspektifi olmadan artık kamucu perspektifin de taşınamadığını gösteriyor. Liberallik gericilikle dayanışmadan, emperyalizm yandaşlığından ibaret değil, piyasayı, piyasacılığı meşrulaştıranlara daha fazla ayna tutmak gerekiyor.