Emekçi kadınlara karşı işlenen cinayetleri durduracak tek gücün emekçi sınıfların örgütlü mücadelesi olduğunu bilmek durumundayız.
Sermaye diktatörlüğü rejimi ve kadın cinayetleri
Erhan Nalçacı
Tüm okuyucuların dünya emekçi kadınlar günü kutlu olsun.
16. ve 18. yüzyıllarda on binlerce kadının cadı diye yakılması nasıl insanlık tarihinin yüz karasıysa Türkiye’deki kadın cinayetleri de olağanüstü utandırıcı bir olgu olarak karşımızda duruyor. Ortaçağda kadın cinayetleri üzerinden geçen yüzlerce yıla rağmen bizi utandırmaya devam ediyor, aynı şekilde kadınların cinayete kurban gitmediği bir Türkiye’yi kurduğumuzda bile yaşananlardan dolayı utanmaya devam edeceğiz.
Bu yazıda geçen hafta ABD etrafında açtığımız sermaye diktatörlüğü rejimi bağlamında kadın cinayetlerini ele alalım.
Öncelikle Türkiye’de kadın cinayetlerinin münferit olmadığını tıpkı iş cinayetleri gibi sabit bir toplumsal olay haline geldiğini söyleyelim. Aşağıdaki grafik 2008’den itibaren artan kadın cinayetlerinin son 7 yılda her yıl aramızdan 400 kadar kadını koparan bir boyuta yerleştiğini gösteriyor. Örneğin, geçen yıl 394 kadın cinayetinin işlendi ve ayrıca 259 şüpheli ölüm kaydedildi.

Cinayete uğrayan kadınların hemen hemen tamamının emekçi sınıfların üyeleri olduğunu hatırlayalım. Bu konuda çok veri var ancak öldürenlerin durumunu da ele alan grafik konuyu daha anlaşılır kılacak.

AKP’nin iktidar döneminde artan kadın cinayetlerinin toplumsal nedenlerini kavramaya çalışmalıyız. Bu dönemde birbirine zıt iki sürecin işlediğini görüyoruz.
İlki, kapitalizm doğal olarak kadın emek gücünden de yararlanmak istiyor ve kadınlar ücret karşılığında daha fazla işyerlerinde çalışmaya başlıyorlar. Bir yandan kadın emek gücünün sömürüsü yükseliyor, öte yandan kadınlar geleneksel aile ve mülkiyet ilişkilerinin dışında bağımsızlık kazanıyorlar. Kendilerine biçilen geleneksel rollere karşı koyabilecekleri bir zemin doğuyor.
İkinci zıt eğilim ise, bir sömürü cenneti yaratan sermaye sınıfı yağma ve sömürüye karşı giderek sayısal olarak büyüyen emekçi sınıflara karşı meşruiyetini korumak için Ortaçağ ideolojilerine yaslanıyor ve toplumunu dinselleştiriyor. Kadını erkeğin mülkü veya tasarruf hakkı olarak gören muhafazakârlık yayılıyor. Bu muhafazakârlaşma sadece cinayetleri işleyen emekçi sınıf üyelerini değil, kadınları korumakla yükümlü yargı ve kolluk kuvvetlerini de kapsıyor.
Bu iki eğilim birbiriyle çatışıyor. Kadınlar isyan ediyorlar ve sevmedikleri veya sevgilerinin tükendiği erkeklerle yaşamayı reddediyorlar, erkekler ise ortaçağ ideolojileri tarafından kışkırtışmış olarak bu isyanı şiddetle bastırmaya çalışıyorlar ve şiddet cinayete kadar varıyor. Her yıl 400 kadar değerimizi, emekçi kadını aramızdan alıyor.
Bu akıldışı sürece karşı koyabilirdik ve emekçi kadınların özgürlüğüne daha fazla sahip çıkabilirdik. Ancak başka bir sürece daha değinmeliyiz. Kadın örgütleri tarafından çok değinilmeyen bu sürece Bilim ve Aydınlanma Akademisi’nin raporunda özellikle dikkat çekilmişti.
Sermaye sınıfı sömürü oranını artırırken sadece Ortaçağ ideolojilerini kullanmıyor, emekçi sınıfların örgütlülüğünü de dağıtıyor. Aşağıdaki grafik Türkiye’deki fiili sendikalaşma oranını gösteriyor.

İşçilerin %10’u sendikalı olabilir ama üye oldukları sendikaların da önemli bir kısmının düzen içi olmayı bırakın muhafazakâr ideolojiler tarafından yönetildiğini hatırlayalım.
Dolayısıyla işçiler işyerlerinde örgütsüzler. Ancak mahallelerde de örgütsüzler. Solun başat hegemonik güç olduğu bir mahallede yok nerdeyse.
Oysa daha iyi ve güzel, eşitliğe ve adalete dayalı bir toplum kurulabileceği ve bunun için mücadele etmenin değerli olduğu bir toplumda kadınlar bu şekilde öldürülmezler. Emekçi sınıfların örgütlülüğü bugün cinayeti işleyen erkek emekçileri kazanır, kışkırtılmasına izin vermez, hadi olmadı engeller.
Solun örgütsüzlüğünü tersten okursak bu emekçi sınıfların burjuva ideolojileri tarafından tutulması ve yönlendirilmesi anlamına da geliyor. Maddi durumundan bağımsız olarak kendilerini sermaye sınıfının parçası gibi görmeleri büyük bir yanılsama olarak karşımıza çıkıyor.
Gelelim sermaye sınıfının diktatörlük rejimine. ABD’den, Türkiye’ye, Hindistan’dan Rusya’ya günümüz emperyalizminin bir özelliği olarak yüzeye çıkıyor.
Geçen yüzyılın faşizmlerinden farklı, çünkü 20. yüzyılda sermaye sınıfında iktidarlarının işçi sınıfı tarafından kaçınılmaz olarak alınacağına ilişkin büyük bir korku vardı. Bu korkuyu yenmek için işçi sınıfı siyasetini yok etme isteği ve yükselen emperyalist paylaşım savaşının askerileşme gereksinimleri faşizmi yarattı.
Faşizme karşı birleşik cephe önerisi ne kadar doğruydu yeniden tartışmak gerekiyor ama günümüze göre tekelci sermayeden farklı sermaye gruplarının siyasi partileri vardı en azından.
Şimdi ise işçi sınıfının iktidarı en azından yakın vadede alamayacağına ilişkin bir özgüvene sahipler. Ancak bu korkunun olmadığı yerde elleri çok serbest kaldı. Çağımızda burjuvazinin özgürlüğü kadar korkunç bir şey olamaz. Dünyanın her yerinde yargı, yasama ve yürütme burjuvazinin elinde toplanıyor ve bir diktatörlük rejimine dönüşüyor.
Buna karşılık sermaye sınıfının işbirliği yapılabilir ve tekelci sermayeden bağımsız bir unsurunun kalmadığını görüyoruz. Tekelci sermaye ihaleler, yedek parça üretimi, krediler vb. gibi mekanizmalarla sermaye sınıfının tümünü kendi çıkarları altında örgütlemiş bulunuyor. Stepne görevi gören yancı partilere bakmayın, program disiplini altında aynı yöne işaret ediyorlar.
Bu durumda işçi sınıfının siyasi öncüsüne emekçi sınıfların farklı katmanlarını, kendini “orta sınıf” içinde görenleri, burjuvazi tarafından bencilliğe itilenleri örgütlemek veya ittifak unsuru haline getirmek görevi düşüyor.
Emekçi kadınlara karşı işlenen cinayetleri durduracak tek gücün emekçi sınıfların örgütlü mücadelesi olduğunu bilmek durumundayız.
Karanlığın içinden bir umut yükseliyor.