Sendikaların rotası

Türk-İş Aralık'ta, DİSK Şubat'ta genel kurullarını topladılar. Birincisi, sol birliğin yönetim umutlarına sahne oldu. Petrol-İş'in başını çektiği bu çıkışın başarısızlığa uğramasından sonra, DİSK kongresi, bana sorarsanız, sendikal hareketin daha fazla gerisine düşemeyeceği dibi gösterdi.

Sendikaların durumu söz konusu olduğunda faturanın AKP iktidarına çıkartılması kolaycılık olur. Kimileri Türk-İş'te 1992 Aralık'ında yükselen “değişim”den bugüne konfederasyonun en kritik dönüm noktasını, AKP'li Mustafa Kumlu'nun 2007 sonunda Genel Başkan olması olarak görüyorlar. Katılmıyorum Kumlu'nun ta 1999'dan beri, yani AKP kurulmadan önce bile konfederasyonun yönetiminde olduğunu söyleyip geçiyorum.

Bana sorarsanız, 1989'da patlayan Bahar Eylemleri dalgasının 1992'de Türk-İş yönetimine kadar yükselmesi ve makam koltuklarının dalgakırana dönüşmesinden bu yana yaşadığımız tarih diliminde önemli bir kopukluk değil, süreklilik var. 2012'nin gelişi, ta o zamandan belliydi.

DİSK, doğal olarak, sol için daha kolay umut kaynağına dönüşen bir zemine sahiptir. Elbette bu iyimserliği hak eden bir geçmişe sahiptir de. Ancak hazır bir genel kurul daha sona ererken, devrimci iyimserlik ile saflık arasındaki ayrım bir kez daha bilince çıkarılmalıdır.

14. Kongrenin birinci konuk konuşmacısı Kılıçdaroğlu'nun temsili değeri var! CHP Genel Başkanı CHP'li Maltepe Belediyesinin taşeronunun direnişteki işçileri tarafından protesto edilmiş, aynı belediyede örgütlü Genel-İş üyesi işçilerle aralarında kimi arbedeler çıkabilmiştir! Kürsüye çıktığı anda karşı sloganlara maruz kalmak mı, Kılıçdaroğlu'nun konuşmasının ayarını bozdu bilmiyorum. Ama ayarsızlık devam etti Kemal bey defalarca bir biçimde yatıştırılan protestolardan sonra, yine her defasında ikinci, üçüncü dakikada lafı taşeron uygulamalarına getirerek, protestocularına gollük paslar vermekte ısrar etti. Bir keresinde “bana geldiniz de, ben size sahip çıkmadım mı” sözleriyle aradığı çözümün, dört dörtlük bir burjuva -hatta feodal- siyaset tarzı olduğunun farkında bile değildi. CHP'li sendikacı ve delegelerin ne hissettiklerini bilemiyorum. Belki onlar da, başkanlarının, açılışta çalınan Enternasyonal ve 1 Mayıs marşlarının birer “türkü” olduğu kanısını paylaşıyorlardır!

Bunlar bir yana, Divan Başkanının konuşmacıyı sunarken her nedense “sosyalistliğinden emin olduğumuz” diye yaptığı goygoyculuğun atlanmaması gerekir. Belki de bu takdim pek etkili olmuştur da, bütün belediyelerinde taşeronlaştırma uygulayan bir partinin başkanının bu uygulamayı insanlık ayıbı saymasının kaynağı budur ve herkesin tahmin edeceği gibi, bu beyan herhangi bir şeyi değiştirmeyecektir.

Aynı DİSK'te bir şeylerin değişmesinin bileşim meselesi olmadığı gibi.

Yine Divan Başkanı, -gerçekten de işi sesini duyurmaktan genel kurul sabotajına kaydıran- taşeron işçilerine “görevlilerin müdahale etmesi” talimatını mikrofondan vererek aslında toplantının en kuvvetli şakasını yaptı. Anlaşılan kimse, divan başkanına ortada görevli falan olmadığını söylememişti!

Gündem AKP'nin işçi hareketine yönelik yeni taarruzunun nasıl göğüsleneceği olmalıydı. Türk-İş'in sol muhalefetinin bunu kısmen denediğini söylemeliyim. DİSK'te bu açıdan durum daha vahim görünmektedir.

Bir kere saldırının sendikalara yönelik olduğu değerlendirmesi ciddi bir yanlış olur. Türkiye ilerici sendikacılığının ufku on yıldır Taksim Meydanı ve 1 Mayıs günüyle sınırlı kaldı, esas olarak. Esası ihlal eden Tekel işçileridir ve bu dinamiğin sendikal yapı tarafından kapsanmadığı, sahiplenilmediği ortadadır. Hal böyleyken iktidarın “sendikalara saldırdığını” düşünmek, sendikalara bugün sahip olmadıkları bir önem atfetmek olur.

Saldırı işçi sınıfına.

Bu ayrım sendikal zeminde konunun nasıl tartışıldığı ve ne tür refleksler verildiğiyle doğrudan ilgilidir. Genel Sekreter, sevgili Tayfun Görgün'ün açış konuşmasında vurguladığı gibi, evet, hükümet sendika barajını yüzde ondan üçe indirmemekte, işkolu tanımlarıyla oynayarak pratikte, yer yer yüzde yirmilere çıkartmış olmaktadır. Bu saldırıyı kendi kurumsal varlığının üstüne alınan bir sendika yasal düzenlemeyi teşhir etmeyi eksen alacak, hatta gerektiğinde, militanca kavga da verecektir. Ve yetmeyecektir!

Açık konuşalım: Bu saldırı, sendika denen kurumu bir mücadele örgütü olarak, yasal kısıt, prosedür, mevzuat falan dinlemeksizin işçi sınıfının kayıtsız, sigortasız, sendikasız kesimlerine yıllardır yay(a)mayanlar tarafından mümkün kılınmış bir saldırıdır. Türkiye'de sendikalı işçi oranı ihmal edilebilir değerlere inmişken, tek iş örgütlenmek olmalıydı. Oysa bu gündemi ciddiye alan ancak üç beş sendika vardır.

Açık konuşalım: Bu saldırı, sendikaların sınıf ve kitle örgütü olmaktan çıkarılmasını kabullenenlerin, yani emekçi katılımını esas almaktan cayanların, sınıfın çıkarlarını gözetmeyi önemsemeyenlerin, ideolojik ve politik kılavuzları bırakıp pragmatizmi yaşam felsefesi haline getirenlerin mümkün kıldığı bir saldırıdır. Bu dönemde yapılacak tek iş, sendikaların politikleştirilmesi ve solculaştırılması olmalıydı. Sivil toplum kuruluşu sayılıp fon kovalamanın cazibesi daha yüksek olmuştur!

Açık konuşalım: Bu saldırı, ülkenin içinde bulunduğu genel ortamda, sendikal örgütlenmenin önündeki “resmi” kısıtların, yani noter şartı ve barajın kalkmasının kaçınılmaz olduğunu, yani iş yaşamında demokratikleşmenin zorunlu olduğunu zannedenler, yani AKP rejimini yanlış okuyanlar tarafından mümkün kılınmış bir saldırıdır.

Türkiye işçi sınıfı, saldırılmayı hak eden, İkinci Cumhuriyetin ezmeye yeminli olduğu bir potansiyeldir halen. Ancak sendikaların fonksiyonu bu potansiyeli kuşatan bir kabuğa benziyor. Sendikal mücadele, ondan daha büyük, daha önemli bir dinamiğe bağımlı hale getirilmedikçe bir şey değişmeyecek.