Protesto çağı

AKP ilginç bir yolda ısrar ediyor. Türkiye siyasi tarihinde bu kadar çok mekanda eşzamanlı olarak protestoları üstüne çeken kaç hükümet olmuştur?

Cumhuriyet Bayramından İstanbul Tenis Turnuvasına, Van veya Diyarbakır sokaklarından Şişli veya Bakırköy'e, Şam'dan Avrupa başkentlerine kadar sayısız nokta AKP protestosuna sahne oluyor.

Bu protesto dalgasının karşısında hükümetin silahsız ve politikasız olduğunu ise düşünmeyelim. AKP'nin patinaj yaptığı gün gibi ortada. Ama barutu da tükenmiş olmaktan uzaktır. Bir yandan çözülme ve çökme gerilimini üstünde hisseden Erdoğan diğer yandan ısrarlı biçimde belli bir strateji güdüyor. Bu stratejinin içine her kritik uğrakta çözülme emareleri de serpişiveriyor. Ama sol, bu karışık görüntüye bakıp “bu iş bitti” havasına girmemelidir.

Strateji AKP'nin önünde giderek daralan siyaset patikasını doğrudan, esasen ve belki de yalnızca kendi tabanına basarak ortaya çıkartacağı enerjiyle yeniden genişletmeyi gözetiyor.

Denge ve uzlaşma formüllerinin AKP için yıkıcı olacağını görüyor Erdoğan. Suriye konusunda ateşkesin demagoji ve zaman kazanmanın ötesinde “Baas'lı bir Ortadoğu” formülüne dönüşmesi, AKP için yıkıcıdır.

İçerdeki dinselleştirme operasyonlarında laisizmin ve aydınlanmacılığın zafer duygusu tatmaması gerekir. Bu kesimlerin kendilerini güçlü hissettikleri anda yeniden siyasete taşınacakları açıktır. Buna karşı Ergenekon sopası ikide bir çıkartılmak durumundadır. Yani, yeri gelmişken, bana sorarsanız, 29 Ekim'de hükümet bu strateji çerçevesinde hata yapmış değildir.

AKP uzlaşmalarla, yeni ittifak denemeleriyle değil, karşı-devrimci karakterine yaslanarak hamle yapmaya çalışıyor. Bu karşı-devrimci karakter düpedüz Cumhuriyet düşmanlığıdır, Kürtlere gösterilen faşist tepkidir, Taksim'e vurulan kazma, tv ekranlarında elinin tersiyle mimari planları masadan süpüren görmemişlik, cehalet, buldumcukluktur, Alevi düşmanlığıyla bezenen cihatçılıktır... Listeyi herkesin uzatabileceğini biliyor ve burada kesiyorum...

Bu stratejinin gerçekçi olup olmadığı henüz ortaya çıkmış değil.

Ama Türkiye'nin 75. yıl Cumhuriyet kutlamalarını bir düşünün. 1990'ların sonlarında ülkeyi yöneten “cumhuriyetçiler” 29 Ekim'e sahip çıkmak üzere faşistlere davetiye göndermek durumundaydılar. Resmi törenlerin çoktandır anlamsızlaştığı bir ülkede, belki de ilk kez bir ulusal bayram bu ölçüde samimi bir kitleselleşmeyle buluştu.

AKP'nin patikayı şiddet uygulayarak genişletip genişletemeyeceğini bilmiyoruz henüz. Ama Kürt illerinde “hayatın nasıl durduğunu” görüyoruz.
Hükümet şiddetinin Antakya bölgesindeki barışçı ve muhalif damarları kırmasının o kadar kolay olmadığını da görüyoruz...

Üç örnek AKP'nin işinin çok zor olduğunu söylüyor bize.

Tam da bu noktada, üstelik egemen güçler bloku içinden çatlak sesler duyulurken, Erdoğan stratejisinin bir yerlerden ek kuvvet toplamak isteyeceği tahmin edilebilir. O halde “nereden” sorusunun yanıtını da vermek gerek.

Protestoların toplumsal boyut kazanan üç ana ekseni olduğunu zannediyorum. Cumhuriyetçilik, Kürt hakları, savaş karşıtlığı.

Bunların herhangi birini ezip geçme potansiyeli sergileyemeyen iktidarın yapacağı birini diğeriyle karşı karşıya getirmek olacaktır.

29 Ekim'e Kürtlerin sahip çıkması, yine Kürt hareketinin Ortadoğu'da pragmatizmi ilkelerle değiştokuş etmesi, savaş karşıtlığının içerdeki halkların bütününü kucaklaması, cumhuriyetçiliğin şovenizmden kendini arındırmasıdır buna verilecek yanıt.

Yoksa protesto dalgası ıslatır, üşütür ama yıkmaz.