Bir yüzün antropolojisi

Yeni Türkiye sinamasının yüzü kim derlerse, birçok kişi eminim Ercan Kesal diyecektir. Neredeyse oynadığı her film ödüllere boğuluyor. Onu en son Tayfun Pirselimoğlu’nun Altın Lale’de En iyi Film ödülünü alan “Ben O Değilim” filminde izledik. Kesal, daha önce hiç tanımadığı ama kendisine şaşırtıcı şekilde benzeyen bir adamın yerine geçen Nihat’ı canlandırıyordu. Başka filmlerde de görünmüş olabilir, kaçırmış olabilirim. Ercan Kesal’ı severim, açıkçası son kitabı “Peri Gazozu” tam bir Anadolu senfonisi gibiydi. Hani o ünlü taşralılık denen duyguyu bütün sıcaklığıyla anlatıvermişti. Filmlerdeki Kesal için bir şey diyemiyorum ama. O kadar çok filmde göründü ki, kafamı dinlendirip oyunculuğunu değerlendireyim diyemedim. Bu samimi bir itiraf. Onun yüzüyle ilk defa Nuri Bilge Ceylan’ın “Uzak” ve “Üç Maymun” filminde karşılaşmıştım. Tam bu topraklardan bir küçük iş adamı portresiydi bir tarafıyla. Kavruk yuvarlak yüzü, bakışları ve sessizliğiyle hemen dikkatimi çekmişti. En önemlisi amatörlüğü etkilemişti. Daha önce karşılaşmadığım bir yüzdü. Sonra arka arkaya diğer filmler geldi. Vavien, bana göre, “Anadolu tini”ni en iyi anlatan ve sinemamızı gerçek anlamda İstanbul dışına çıkaran filmlerinden biriydi. Senaryosunda imzası olan ve unutulmaz bir muhtar portresi çizdiği Bir Zamanlar Anadolu’da filmiyle bir taşra doktorunun ruhuna nüfuz etmiş, bir “nehir film” ortaya çıkartılmıştı. Şimdi karşımızda çok sevilen bir yazar ve bol ödüllü bir oyuncu var. Ercan Kesal neredeyse bir filmin ödül garantisine dönüşmüş bir yüz haline geldi. Bu yüzü sorgulamak yeni sinemamızın dönüşümünü ve krizini anlamak için de manidar. Sinemamız onun yüzünde ne buluyor? Bazen sormadan edemiyorum acaba başka bir oyuncu yok mu?

Sinema bir tarafıyla yüzdür. Her bir dönemi belli yüzlerle düşünmek mümkün. Elbette bu yüz kimi zaman star ya da jön olarak adlandırılabilir. Yüzler üzerine düşünmek sinemanın değişimlerini ve krizlerini görmek için de verimli. Ediz Hun’un veya Kadir İnanır’ın yüzü, sinemamızdaki anlayış değişikliklerini gösterir bir tarafıyla. Ya da konaklı Filiz Akın’ın cool bakışları veya Türkan Şoray’ın ıslak kirpikleri. Burjuvaya teşne salon erkeğinden mahalle delikanlısına geçiştir bir tarafıyla bu değişim. Kadir İnanır, insanların amcası kadar yakışıklıdır ya da mahalledeki bir tanıdık kadar. Türkan Şoray, komşu kızına duyulan aşkla alevlenir. O kadar yakındır yani.

Ya da 1980’lerin debdebe ve şaşaasında, kente inmiş kadının yüzündeki Müjde Ar. Özgürleşme sancıları çeken ama bunun dramını da sırtlayan esmer bir yüz olarak kalıverdi zihinlerimizde. Örneğin 90’ların ağdalı filmlerinde Macit Koper’in yüzü, “Anayurt Oteli” istisna, entelektüel, solcu, sinik ve de yorgun kentli bir yüze denk düşüyordu.

İşte 2000’lerde Kesal’ın yüzü sinemamızın minimalizm ve festivaller kapanındaki yeni bir arayışına denk düşüyor. Son iki yıldır festivallerde izlediğim, ödüllendirilen filmler ile ilgili “ağır gerçeklik” tanımlamasını yapmıştım. Yönetmenler kimi zaman 3. sayfa haberlerini adresleyen alt sınıfların zor ve trajik hayatlarına dalmaya çalışıyorlardı. Zaten çok zor olan hayatlar minimalizm, yavaş kamera hareketi ve “durgun oyunculuklar” ile daha da kasvetli duruma geliyorlardı. Bence Kesal’in bu topraklara ait kavruk yüzü, bedeni sinemamızın girdiği bu “yeni ağır gerçeklik” krizinin tam odağında duruyor. Yönetmenler el yordamıyla ilerledikleri, bazen tam emin olamadıkları veya Zeki Demirkubuz’un dışında kalan bu “kirli” gerçekliği yoklarken Kesal’in yüzüne güveniyorlar. Demirkubuz’un dışı dedim. Çünkü Zeki oraya dönük, çok özgün bir dil ile konuşmanın rahatlığını taşıyabiliyor. Sanki Anadolulu bir Kafka çıkartılmaya çalışılıyor Kesal’in sakinliğinden. Ben bol ödüllü “Yozgat Blues”u çok başarılı bulmadım açıkça. Yozgat gibi kavruk “Anadolu tini”ni, sağın lebi deryası bir mekanı veya Neşet’in çınladığı orta Anadolu bozlaklarını, hatta Kemal Tahir’in büyük “Anadolu Gotiği” düşünüldüğünde film bana çiğ gelmişti.
Evet Ercan Kesal’in yüzünde sinemamız bir kriz yaşıyor aslında. Kavruk bir kriz bu.