Özel Sektör Güzel Sektör!

Özel işletmeler daha fazla kâr güdüsüyle emek üzerinde her zaman inanılmaz bir terör uygulamıştır. Geçen hafta İrlandalı bir arkadaşımın özel bir okulda yaşadıklarını dinledim. Bu hikayeyle anladım ki bu terör bir tür kan davasına dönüşmüş durumda. Emeği ıslah etme, disiplin altına alma, haddini bildirme istenci kâr güdüsünden de ağır basıyor. Ya da şöyle düşünebiliriz emeği disiplin altına alınca elde edilen kâr daha tatlı, kılçıksız bir kâr haline geliyor. Özellikle de eğitim ve sağlık kurumlarında bu tür hikayelere çok sık rastlar olduk. Üstelik bu kurumlara çocuklarımızı ya da canımızı emanet ediyoruz.. Sistem kendi kendini sokan bir akrebe dönüştü. En saygın olması gereken kurumlarda dönen dolaplar ve çalışanlara verilen değer, bu kurumlarda verilen eğitimi de tekrar sorgulamamızın gerektiğini bir kez daha suratlarımıza çarpıyor. Arkadaşım İstanbul’da saygın bir isme sahip bir kuruluşta çalışıyordu ve bu saygın kurum, yıllarca öğrencilerinin eğitimine hizmet eden bir öğretmenin hayatını karartmak için özel çaba sarfediyor. Üstelik bu tür bir çabanın, bu kurumda görev yapan yönetici konumundaki kişlerin zaaflarından mı yoksa kurum politikasından mı kaynaklandığı anlaşılamıyor... Sözü edilen kurum, iki tane ilk ve orta öğretim ve bir de vakıf üniversitesine sahip, İstanbul’un en köklü ve tanınmış eğitim kurumlarında birisi ve çocuklara yarım yüzyıldır hizmet verdiği iddiasında bakın nasıl hizmet veriyor:

İrlandalı arkadaşım, bir Türk ile evlendikten sonra Türkiye’ye yerleşmiş. Türkiye’yi de çok seviyor. Çocuklarını Türkiye’de büyütmek, hatta ölünce Türkiye’ye gömülmek istiyor. Ailesini geçindirmek zorunda doğal olarak da Türkiye’de bir iş tutmalı. O da böyle yapıyor ve 2005 yılında özel bir okulda öğretmenliğe başlıyor. Okul ile ilk sorunu da 2005 yılında başlamış. Bu köklü eğitim yuvası, ‘işlemler gecikti, belgeler bir türlü onaylanmıyor’ gibi bahanelerle kendisini tam 1 yıl boyunca sigortasız ve çalışma izni olmadan çalıştırmış. Velilerin ve öğrencilerin sempatisini kazanan arkadaşım bu kurumda, 1 yıl yasa dışı olmak üzere tam 4 yıl çalışmış Şubat 2009’da okul yönetimi arkadaşıma önümüzdeki yıllarda da kendisiyle çalışmak istediğini sözlü olarak bildirmiş. Arkadaşım da bundan kendisinin de çok memnun olacağını belirtmiş.

Beyaz yakalıların tümü için belki de en korkunç şey yeniden iş aramak zorunda kalmak. Esnek istihdam modelleri birçoğunun tercihi değil. Güvenceli istihdam ise gün be gün çalışanların hayallerini süsleyen bir tür ütopya gibi bir şey oldu. Ancak arkadaşım bu bakımdan şanslı!!! Artık şanslı mı, şans ile kabus hep kol kola yürüyen iki iyi arkadaş mı, bundan sonra anlatacaklarıma bakarak buna siz karar verin! Herkes daha iyi koşullarda iş bulmak, daha yüksek ücret veren kurumlara sıçramak için çabalarken arkadaşıma bu olanak kendiliğinden gelmiş. Mayıs 2009 tarihinde başka bir eğitim kurumu kendisine daha yüksek ücretle iş teklifinde bulunmuş, ancak arkadaşım bu teklifi kabul etmeyerek, hali hazırda çalıştığı kurum ile karşılıklı verilmiş söze sadık kalmış. Bu noktada yaptığı en büyük hata bu olayı işvereni ile de paylaşmak! Niyeti, bu davranışını bildirerek işyeri yönetimine, mevcut işinde kalma konusundaki ciddiyetini bir kez daha vurgulamak ve sözleşmesinin biran önce yenilenmesini sağlamak. Ama ne olduysa bundan sonra olmuş... Normalde 15 Haziran 2009 tarihinde yenilenmesi gereken sözleşmesi yenilenmemiş. Okul yönetimi ile görüştüğünde, okul müdürü kendisinden çok memnun olduklarının ve kısa bir süre içerisinde sözleşmesinin öncelikli olarak yenileneceğinin güvencesini vermiş. 22 Haziran 2009’da sözleşmeler yenilenmeye başlanmış. Arkadaşımın sözleşmesi bu tarihte yenilenmediği gibi aynı günün sonunda okul müdürü tarafından çağırılarak ücretinde %10 kesintiye gidileceği söylenmiş. Arkadaşım da daha önceki konuşmaları hatırlatarak kendisine karşı adil davranılmasını istemiş. Okul müdürü, durumu okul yönetimi ile bir kez daha konuşacağını söylemiş. Okulun adalet anlayışı 24 Haziran tarihinde tecelli etmiş. Şubat-Haziran 2009 tarihleri arasında sürekli kendisi ile öncelikli olarak sözleşme yapılacağını ve kendisi ile sonraki yıllarda da çalışmak niyetinde olduğunu belirten yönetim, arkadaşımın adalet talebini, kendisi ile sözleşme yapılmayacağı, personel sayısında küçülmeye gidildiği ve bu nedenle başının çaresine bakması gerektiği şeklinde yanıtlamış.

Arkadaşımın aynı okulda okuyan bir de kızı mevcut ve o tarihlerde eşi ikinci bir bebeğe hamile... En kötüsü de eğer bir ay içerisinde herhangi bir kurum kendisi ile sözleşme yapıp çalışma süresini uzatmazsa sınır dışı edilme tehditi ile karşı karşıya! Kurum tüm bunları bilmesine rağmen elemanını böyle bir duruma sürüklemek konusunda hiç tereddüt etmemiş. Üstelik işten çıkartırken de kıdem tazminatını bir yıl eksik ödemiş. Sanki çalışma izni olmadan ve sigortasız bir yıl çalışmak elemanın suçuymuş gibi!

Yukarıda anlatılan örnek birçoğunuza çok basit, hergün yaşanan bir şeymiş gibi gelebilir. Doğrudur... Ancak unutmayınız bu basit hikayeler toplumumuzun ve eğitim kurumlarımızın duygusal reflekslerinde ulaştığı noktayı anlamamız bakımından bizlere önemi işaretler sunuyorlar..
Arkadaşımın bir yıl çalışma izni olmadan ve sigorta primi yatırılmadan çalıştırılması özel kurumların sadece kârlılık arayışlarının bir ürünü kesinlikle değil. Hele bu örnekteki kurum için buradan elde edilecek gider tasarrufu hiç de önemli bir güdü olamaz. Aslolan, bu sayede bu bir yıllık deneme süresi içerisinde dahi, çalışanın istenildiği zaman kapının önüne konulabileceğinin garantisini elde etmek. Yani kurum burada sadece devleti dolandırmakla kalmamakta, yasal deneme süresini de kendi yöntemleri ile ortadan kaldırarak hukuka karşı suç işlemektedir. Ancak ülkemizde denetim mekanizması o denli işlemez duruma gelmiştir ki kurumlar bu nedenle ceza alacaklarını ve prestijlerinin sarsılacağını hesaba bile katma gereği duymamakta sanki doğal haklarıymış gibi yasal olmayan biçimlerde öğretmen istihdam etmeye devam etmektedirler. Hangisi daha çok kaygı verici ben karar veremedim! Saygın bir eğitim kurumunda bile sanki rutin bir uygulamaymış gibi yasadışı ve prim ödenmeksizin bir yıl eleman çalıştırılmasının bir gelenek haline gelmesi mi, yoksa bunu ortaya çıkartacak bir denetim mekanizmasının Türk idare sistemi içerisinde işlemez hale getirilmesi mi?

Piyasa ve rekabet kavrayışı, sistemin kendisini meşrulaştırmak için ürettiği basit yalanlardan başka birşey değil. Kendileri, işgücü havuzuna kepçelerini dileklerince daldırıp, diledikleri kişiyi diledikleri koşullarda işe almak isterlerken bir çalışanları kendilerine rakip bir kurumdan teklif alınca bunu bir ihanet olarak algılayıp, bu kişinin işini bitirmek için her türlü olanağı kullanıyorlar. Öncelikle ücret indirimi öneriyorlar eleman adalet isteyince de piyasanın o şaşmaz ‘adaletini’ devreye sokuyorlar çalışanı kapının önüne koyuyorlar. Burada amaç emeği disipline etmektir, çalışana haddini bildirmektir.

Piyasa, rekabet üzerinden değil emeğin disipline edilmesi üzerinden yürüyor. İktisat kitaplarında yazan hikayelerin yalan olduğu bizzat piyasa ajanlarının faaliyetleri aracılığıyla ortaya çıkıyor. Müşterileri kaparken rakip ama çalışanları disiplin altına almak konusunda birlikte hareket eden piyasa ajanları, çalışanlara karşı demir bir yumruk gibi birlikte hareket ediyor. İyi ve kötü referans mektupları vererek çalışanların sonraki çalışma hayatları üzerinde etkili oluyor çalışanları bu yolla da hizaya sokuyor ya da çalışma hayatlarını tamamen söndürüyor. Üstelik tüm bunlar bir eğitim kurumunda oluyor. Sonra da bu kurumlardan çocuklarımıza ‘onur’ ve ‘adalet’ gibi kavramların öğretilmesini bekliyoruz. Oysa biraz yakından bakınca bu kavramların, şu anki kurumsal reflekslerden ne kadar uzak olduğunu görüyoruz.

Yukarıdaki basit örnek, ülkemizde işgücü piyasasının beyaz yakalılar için ne oranda güvencesiz hale getirildiğini bir kez daha görmemizi sağlıyor. Bir süredir, TMMOB’ye bağlı Odalarda mühendislere yönelik yaptığım konuşmalarda hep vurguladığım gibi, yeni proleterya beyaz yakalılardır. Kimi zaman mavi yakalılara oranla daha çok baskıya maruz kalabiliyorlar. En azından mavi yakalılara göre daha dayanıksız ve daha duygusallar. Kendilerini mühendis, doktor, öğretmen, öğretim üyeleri olarak görüp saygınlık arayışı içerisine girmeleri elbette ki çok insani birşey ama Türkiye gerçekliği çerçevesinde son 20 yıldır yaşadıklarımız, krizlerden en çok beyaz yakalıların etkilendiği, en kolay iş kaybeden ve yeni iş bulmak konusunda da oldukça şanssız olan kesimin beyaz yakalılar olduğunu gösteriyor.

Son günlerde YÖK Başkanımız sayın Yusuf Ziya Özcan da özel üniversite ve vakıf üniversitesi ayırımına gidip ikisini birbirinden ayırma gerekliliğini gündemimize taşıdı çok şükür! Yukarıda anlattıklarımdan yola çıkarak, YÖK’ün bu yeni ‘açılımının’ işgücü piyasaları ve eğitim kurumlarındaki politik kadrolaşma bakımından ne anlama gelebileceğini düşünmenizi rica edeceğim sizlerden. Sabrınıza sığınarak ben şimdilik bu konuyu bir sonra yazıda tartışmak üzere burada bırakıyorum.

[email protected]