Finans Sektörü Nereye Koşuyor?

Önceki yazımızda bu yazıyı işaret ederek "finans sektörü ne ister, kriz kimi vurur" konusunu tartışmayı vadetmiştik. Bu arada Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), hazırlamakta olduğumuz yazıyı destekleyici nitelikte bazı önemli ekonomik göstergeleri açıkladı. Öncelikle bunlara değinip finans sektörü üzerinden döşenen yolu bu veriler üzerine oturtmaya çalışalım.

Devlet Bakanı Cevdet Yılmaz 10 Haziran 2009 tarihinde yaptığı açıklamada yaşanan kriz döneminde hiçbir bankanın batmadığını belirterek "özellikle finansal yapımızın çok güçlü olduğunu çok şükür bu krizle görmüş olduk" dedi. Bu güç nerden geliyor?

Bu güç, Türkiye'nin güçlü ailelerinin Türk banka sistemi, para ekonomisi ve devletin idaresi ile içli dışlı olmalarından kaynaklanıyor. Kimi zaman bu aileler darbeleri manüpüle ederek ama çoğu zaman hükümetleri ve devlet kurumlarını yönlendirerek 'sahte demokrasiler'den, totoliter rejimlere, darbelere, sıkıyönetimlere kadar ülkenin yönetiminin gidişatında söz sahibi oluyor. Bu yapılar üretimden finansa, mağazalar zincirlerine, uluslarası ortaklıklara kadar birçok alanda at koşturuyor ve bir alanda kaybettiğini başka birçok alandan çıkarabilir.

Önceki yazımızda TİSK'in yayınlarında dillendirdiği yangın yerini bir kez de biz vurgulamıştık. Geçen süre içerisinde bu yangın yeri daha da belirginleşti Mayıs 2009 ithalat ve ihracat rakamları bakınıdan da kendisini iyice açığa vurdu. Dün, bizzat TÜİK verileri aracılığıyla tarihteki en büyük ihracat ve ithalat düşüşünü yaşadığımız itiraf edildi. İhracat Mayıs ayında, geçen yılın aynı ayına göre yüzde 41 azalarak, 7 milyar 359 milyon dolar oldu. İthalat da Nisan'da yüzde 43,9 oranında azaldı ve 10 milyar 836 milyon dolar olarak gerçekleşti.

İhracatın azalması önemli bir gösterge ama kanımca ithalatın ihracattan daha fazla azalması daha da önemli bir gösterge. Türkiye'nin üretimi, dolayısıyla ihracatı büyük oranda ithalata bağımlı durumdadır. Genel bağımlılık düzeyi ise %80 civarında tahmin edilmektedir. Yani yapılan üretimin %80'lik kısmını ithal etmek zorunda olan bir sanayimiz var ve bu durum uzun zamandan beri Türkiye'nin üretim yapısındaki önemli bir zaaf olarak değerlendirilmekteydi. İthalatın ihracattan daha fazla azalması Türk sanayiinin ithalat zaafının azaldığı şeklinde yorumlanabilir elbette... Ancak bence daha doğru bir yorum önümüzdeki dönemde Türkiye'nin üretiminin ve ihracatının daha da fazla daralacağı şeklinde olmalıdır. Geçtiğimiz 3-5 aylık dönemde Türkiye'nin üretim araçlarının kompozisyonunda ve üretim tarzında bir değişim olmadığına göre, bu gösterge ancak üreticilerin önümüzdeki dönemde daha az üretim ve ihracat gücüne sahip olacakları ve bu nedenle daha az girdi ithal ettikleri şeklinde yorumlanmalıdır. Dolayısıyla önümüzdeki dönemde daha fazla işsizlik, daha çok batık firma vb. ile karşılaşacağız gibi görünmektedir.

Yani sadece üreterek yaşayan, paradan para kazanma yolunu tutamamış, dünyanın herhangi bir yerinden gelen talebe göre ve herhangi bir marka için üretim yapan küresel fabrika niteliğindeki fabrikalarımız yavaş yavaş üretimlerini daraltacak ardından, mevcut parayla işlerini çeviremedikleri için bankalardan kredi alacak kredilerini ödemekte zorlanacak maliyet tasarrufu sağlamak için işçi çıkartıp, aynı işi daha az işçi ile yapacak, dolayısıyla işçilerini daha çok çalışmaya zorlayacak ancak bu da yetmeyecek, mevcut kârlılık düzeyleriyle bankaların borçlarını ödeyemez duruma gelecek demektir. Peki! Bu fabrikaların banka borçlarını ödeyememeleri durumunda ne olur? Çok basit! Bu fabrikalara haciz gelir. Fabrika mallarına, makinalarına, gayrimenkulüne bankalar el koyar. Türkiye'de olan da zaten budur! Bankaların, geri ödenemeyen krediler yüzünden el koydukları malların sayısı %100 artmış geçen yılın Haziran ayında toplam 1 100 hacizli gayrimenkul mevcutken bu yılın Haziran ayında bu sayı 2 477'ye ulaşmıştır. Son bir yıl içerisinde el konulan fabrika sayısı ise 51'e ulaşmıştır. El konulan işyeri sayısı 654`ü bulurken, dükkan sayısı da 261`i bulmuştur. Hacizli fabrikaların büyük çoğunluğu ise 1984 sonrası ihracata yönelik kalkınma modeli çerçevesinde ortaya çıkan küresel (fason) üretim merkezleri Kayseri, Gazi Antep ve Denizli gibi illerimizdedir. Yani kısaca Türkiye'nin üretimi, ihracatı, istihdamı daralırken bankaların mal varlığı artmaktadır.

Reel sektör, kan ağlarken bankalar sadece 2008'i kârla bitirmemişler, 2009'un ilk üç ayında da kâr açıklamışlardır. Bu kriz döneminde, bu işsizlik ortamında bunu nasıl mı yaptılar? Bankacılık yapmayarak! Yani kredi vermeyip paralarını devlet kağıtlarına yatırarak! Normalde bankaların kapitalist bir ekonomik sistemdeki işlevi fazla parası olanın parasını paraya ihtiyacı olana vermek olarak görülebilir. Yani bankalar para alır ve para satarlar. Ancak bizim bankalarımız para almakta ancak para satmamaktadır. Merkez Bankası üst üste faiz indirimine gitmesine rağmen bankalar bu indirimleri kredi faizlerine uygulamamakta ve reel sektöre, sanayiciye ihtiyacı olan ucuz krediyi vermemektedir. % 9-11 arası faiz oranıyla mevduat toplayan bankaların kredi faiz oranları %30'ları geçmektedir. Üstelik kredi verme sürecinde de sanayiciye birçok engel çıkartılmakta, gösterilen güvenceler yeterli bulunmadığı için kredi verilmemektedir. Hal böyle olunca da sanayiciler tefecilere yönelmekte, sistem daha sağlıksız bir hal almakta, mafyalar, tefeciler krizden çıkar sağlamaya, ekonomik temelli suçlar artmaya başlamaktadır.

Bankalar, ancak çok garantili alanlarda kredi vermektedirler. Bankalar kredilerini büyük oranda, ÖTV indirimi dolayısıyla görece ucuzlamış olan otomobile saldıran orta sınıf tüketicilere ve konut fiyatlarındaki ortalama %10-20 oranındaki düşmeyi fırsat bilerek elindeki parayı güvenceli bir yatırım aygıtı olarak gördüğü gayrimenkule yatırmak isteyen kişilere vermektedir. Konut ve otomobil kredisi, sanayiciye verilecek kredi ile karşılaştırılacak olursa bankalar açısından çok daha az risklidir. En azından tek tek bakıldığında verilen krediler miktar olarak küçük olduğu için ve birçok kişiye verildiği için risk dağıtılabilmekte, oransal olarak kredilerin geri dönüş riski artsa bile kârlılığını başka alanlardan artırma olanağına kavuşmuş olan bankalar bu riski bu yolla ortadan kaldırabilmektedir. Üstelik bir fabrikayla karşılaştırıldığında bir ev ya da arsa, satışı daha kolay, dolayısıyla daha likit bir araçtır. Bu nedenle de gayrimenkulde haciz şartı karşılığı verilen krediler neredeyse risksiz bir kredi konumunda değerlendirilebilir. Yani son dönemde otomobil ve gayrimenkul satışlarındaki patlamasının arkasında ucuz otomobile, biraz da yatırım gözüyle bakarak saldıran orta sınıf tüketici ile mevcut parasını kriz döneminde güvenceli bir alana yatırmak isteyerek gayrimenkule saldıran kişileri görmek gerekmektedir. Devlet de ÖTV indirimi vs yoluyla bankaların buralardan elde edecekleri tatlı kârlara önayak olmuştur.

Üstelik bu tatlı kârlarına rağmen bankalar krizi bahane ederek personel indirimine gitmiş, birçok çalışanını kapının önüne koymuştur. Hatırlayacağınız üzere 2001 krizinde de benzer bir süreç yaşanmıştı. Banka ve finans sektörü işleyiş kuralları ve personeline yaklaşım tarzı bakımından belki de en baskıcı, en faşizan sektördür. Finans sektörünün doğasında bu hep vardır! Faşizm en çok finans sektöründen, finansal sermayeden beslenir. Bu yeni birşey değildir. Yeni olan şey finans sektörü çalışanlarının yeni tür proleterler olmasıdır. Çok kazanan ama çok kaybeden proleter bir grup. Güvencesiz çalışan, yaşam biçimi dolayısıyla geleceğini düşünmeden yaşayan, çalıştığı sektörle ve kurumla hiçbir biçimde bir aidiyet duygusu kuramayan bu anlamda kendisini bir tür "ekonomik kaynak" olarak gören ve zaten de "insan kaynakları yönetimi" birimlerince yönetilen kazandırdığı sürece kazanacağının farkına varmış olan, kendisine en çok ödeyecek olana hizmet etmeye hazır, bu yönüyle emeğini en iyi değere satma çabasında olan ama ne yazık ki sınıfsal konumunun farkına varamamış ve ideolojik deformasyon içerisinde lümpen bir tür proleterya.... İşte bu sektörün neferleri, bankalarına daha çok kazandırmak için kolları sıvamışlarıdır. Bunun yolu da bolca mevduat toplamaktan geçmektedir.

Türkiye'deki bankaların sermaye yapılarına dikkat edecek olursak "devlet + yabancı sermaye + Türkiyenin 'güçlü aileleri'" üçgeninde ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla Türkiye'de olup biten şeyleri bu üçgenin işbirliği çerçevesinde algılamakta fayda vardır. Politik bir hareketlilik de söz konusuysa bu üçgenin sinerjik çıktısı olarak değerlendirilmelidir. Bu süreç asla ekonomik süreci aşan politik bir eylemlilik düzeyi değildir. Bir tür hegemonik bloktur ve bu blok Türkiye'yi faşizme götürmektedir. İş yaratmadan, üretim yapmadan, ancak aynı zamanda da işsizlerin ve fakirlerin sesini bastırarak paradan para kazanmanın en bilindik yolu faşizmdir.

Engels'ten ve daha sonra da Lenin'den öğrendiğimiz gibi, sınıf çelişkilerinin uzlaşmaz olduğu dönemlerde kapitalist devlet, sınıf çelişkilerini uzlaştırma görevini üstlenir. Sınıfsal olandan görece özerkleşir, sınıfsal olanı gizler ama son tahlilde bu müdahale sınıfsal bir müdahaledir. 1929 krizi sonrası kapitalist devletler bu işlevini iki farklı model aracılığıyla yerine getirdiler: Refah devletleri ve faşist devletler. Devletin görece özerkliğinin ortaya çıktığı dönemleri salt politik bir süreç olarak algılamak büyük bir hatadır. Ne refah devletleri ne de faşist devletler böyle değildir. Kapitalist devlet, sınıf çelişkilerinin uzlaşmaz olduğu dönemlerde görece özerkleşerek genel çıkara hizmet ediyormuş gibi göstererek arkasında sınıf çıkarını gizler. Bu amaçla kimi zaman da kendi kardeşlerini, kendi sınıfdaşlarını da kurban edebilir. Bugün Türkiye'de yaşanan da böyle bir şeydir. Finans sektörü, devletle ve uluslarası sermayeyle birleşerek Türkiye'de sanayiciyi, ihracatçıya krize kurban vermektedir. Artan işsizlik için de başka politikalar üretilmektedir. O nedenle geçen yazımızda da belirttiğimiz gibi AKP'nin ekonomik krize çözümü ekonomik değil politiktir.

2009'un krizi 1929 krizi gibi olmadığı gibi, günümüzde, en azından bizim gibi ülkeler açısından refah devletlerine doğru bir yöneliş de pek olası görünmemektedir. Kriz dönemlerinde devlet, eğer finans sermayenin güdümüne girdiyse, kapitalizmin baskıcı rejimlere doğru bir hareketi kaçınılmaz gibidir. Bu hareket için yürütülen politik manevraları da salt politik olarak algılamamakta, bu politik gelişmelerin arkasındaki sınıfsal gücü, hatta baskın sınıfsal katmanı görmeye çalışmakta fayda vardır. Yani, 'kriz bizi teğet geçti' diyen başbakanımızın, hatta 'çok şükür bizde kriz döneminde hiçbir banka batmadı' diyen devlet bakanının "biz" ve "kriz" analizlerini sınıfsal bir gözle yeniden gözden geçirmekte fayda vardır.

**********************

Elbette her iktidar, kendi iktidarının sınıfsal yapısını gizlemek istediği kadar, krizleri de gizlemek ister. Krizlerin yakıcı etkisi medyanın yarattığı sahte gündemlerle hala Ergenekon üzerinden gizleniyor. Buna son günlerde sırmalı, yıldızlı, apoletli yeni bir örtü daha eklendi ve televizyon kanalları Genel Kurmay-Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı arasında mekik dokuyarak bunu pazarlıyor: Genel Kurmay Başkanı ve AKP'nin Ergenekon üzerinden çekişmesi. Ancak bu noktada bunun salt krizi örtbas edebilmek için üretilmiş bir örtü olmadığını belirtebilmek için bir şeye daha dikkatlerinizi çekmek isterim. Eğer baskıcı bir rejim kurulacaksa ve bu baskıcı rejimde askerin yerini polis alacaksa, darbe yapma yetkisini, cunta kurma yetkisini ve hatta özellikle kontrgerilla yetkisini de askerin elinden almak gerekir. Bunu becerebilmek için de en başta askerin görece güvenceli bir süreçte ve kendi mahkemelerinde yargılanma hakkını elinden almak ve polisler tarafından tutuklanarak, polisler tarafından korunan mahkemelerde yargılamak gerekir. Yoksa iki silahlı güç arasında yetki sorunu çıkar. Daha önce bu yetki dağılımı askerin lehineydi. Polis asker karşısında çok zayıftı. Ama simdi tercih --çeşitli nedenlerden dolayı, en çok da politik kadrolaşmanın merkezi olması dolayısıyla-- polisten yana kullanılmıştır.

Kapitalizm sadece sermaye biriktirirken değil, iktidarının taşlarını döşerken de kendi çocuklarını yer. Kriz döneminde sadece bankacılar işten atılmaz. Ya da finans sermayenin bekası için sanayici gözden çıkartılmaz. Polis iktidarı için yıllarca 'stratejik bir bölgede' üstün bir başarıyla kapitalizmin bayrağını dalgalandırmış bir kesim de bu görevinden ihraç edilebilir. Ne kadar ağlasa da ne kadar sızlasa da yapacak birşey yoktur...

[email protected]