1 Mayıs’a Giderken İşçiye ve İş İdeolojisine Dair

Bu yazıda, 1 Mayıs sürecinde emeğin örgütlülüğü üzerinde durmayacağım. Eminim bugünkü gazete yazılarında işçi örgütleri üzerine birçok şey söylenecektir. Ben, daha iyi bildiğim bir konu, iş ideolojilerinin emekçileri soktuğu cendere üzerinde duracağım.

Uzun zamandır Mülkiye'de Yönetim Psikolojisi dersi vermekteyim. Her dönemin başında öğrencilere sarf ettiğim ilk cümle, "yönetim yazını her zaman çağının en güçlü ideolojisini yansıtmıştır" şeklinde olmaktadır. Amaç hep, işçiyi daha fazla çalıştırmak ve bunu yaparken de mümkün olduğunca çalışanların bunun farkına varmamasını sağlamak olmuştur. Bu nedenle yönetim kuramlarına "iş ideolojileri" demekte hiç de yanlış bir yan yoktur. Yönetim kuramları ve uygulamaları hep kendilerini "teknik" birer süreç olarak tanımlarlar. Bu sayede evrensel olduklarını ve verimlilik artışı için zorunlu olduklarını, ideolojik bir yanları olmadığını savlarlar. Oysa alabildiğine ideolojiktirler. İdeolojik, hegemonik ve otoriterdirler demokratik olduklarını iddia ederler.

1970 sonrası için "yönetim guruları" çağıdır dersek çok da yanlış bir şey söylemiş olmayız. Yönetim gurularından kastettiğimiz, genellikle belli bir dönem, çok ülkeli bir şirkette üst düzey yöneticilik yapmış, bir biçimde şirketlerini kâra geçirmiş, sonra da bu başarılarını allayıp pullayıp satma yollarını bulmuş, bu amaçla kitap yazmış, kitapları best seller olmuş bir mutlu azınlıktır. Yönetim guruluğu sürecinin 1900'lü yılların başlarında, bilimsel yönetim okulunun piri F. Taylor ile başladığını iddia edebiliriz kanaatindeyim. 1945 sonrası dönemde ise yönetim guruları piyasası, iyice kârlı bir alan haline gelmiştir. İkinci Dünya Savaşı sonrası, dünyanın Amerikanlaşması süreci olarak görebileceğimiz bir dönemdir. Toplam kalitenin mucidi Dr. Deming bu dönemde ortaya çıkmış ve Japon mucizesinin altına imzasını atmıştır. Pek bilinmez ama aslında esas imza Kore savaşına aittir. Şöyle ki: Japonya'ya İkinci Dünya Savaşı'nda atılan atom bombasının getirdiği vicdan azabının ne kadar etkisi vardır bilinmez ama, Kore savaşı başladığında Amerikalılar bu topraklara yakın bir ülkede üretim yapmak, silahlarını ve askerleri için gerekli mühimmatı üretmek için yakın bir ülke aramışlar ve Japonya'yı bulmuşlardır. Bu dönemde Dr. Deming de Japonya'dadır ve Amerikan tarzı bir iş örgütlenmesini Japon insanı ve ülkesine uygun bir tarzda örgütlemiş ve Savaş için gerekli mühimmatın üretimini sağlamıştır. Dr. Deming elbette bu sayede parsayı toplamış ve dünya çapında etkili bir iş ideolojisi ortaya çıkartarak meşhur bir yönetim gurusu olmuştur.

Toplam kalite ideolojisinde işçi örgütlenmelerine ve sendikalara yer yoktur. Sendikalar en büyük düşmandır. İşçi ve patron aynı ailenin fertleri olarak algılanır. Herkes aynı gemidedir. İşyerinin çıkarı herkesin çıkarıdır. Ancak ne ilginçtir ki, toplam kalite ideoloji altında işçiler her gün canla başla çalışırlar, 24 saat iş düşünürler, işyerinde karşılaştıkları sorunların üstesinden gelebilmek için "öneri"lerde bulunurlar, "sıfır hata" ile üretmeye çalışırlar, hem kendi kalitelerini hem de montaj hattında kendisinden önce çalışanın kalitesini denetlerler ama sonuçta patron en çok parayı kazanır, işçiler genellikle asgari ücrete talim eder.

İşçilerin "öneri" üretmesinden bahsetmişken, iş ideolojilerinin işçileri nasıl denetlediğini 1999 yılında Denizli'de yürüttüğüm bir araştırmadan örnek vererek anlatmaya çalışayım. Denizli'de bir fabrikada işçilerle mülakatlar yapıyordum. Bu fabrika, Denizli'nin en büyük fabrikalarından birisiydi ve dünyanın ikinci en büyük chennille tipi kumaş üreticisiydi. Sahibi Japonya'da 3 yıl kalmış, Japon üretim sistemini öğrenmiş ve bunu fabrikasında uygulamaya çalışan bir mühendisti. Doğal olarak bu fabrikada kalite çemberleri uygulanıyordu. Hemen her kata da 2-3 adet öneri kutusu yerleştirilmişti.

Mülakatta işçilere yönelttiğim sorulardan birisi "Bu öneri kutularına öneri yazıp atıyor musunuz? Şimdiye kadar hiç sizin öneriniz görüşülüp, uygulamaya konuldu mu?" şeklindeydi. Önerisinin görüşüldüğünü ve uygulamaya konulduğunu söyleyen hiç işçi olmadı. 5 işçi ise bu soruyu duyunca ağlamaya başladı. "Biz zaten yöneticilerimiz karşısında yetersiziz. Onlara layık işçiler değiliz. Öneri geliştiremiyoruz. Onların iyi niyetine karşılık biz hiç bir şey yapamıyoruz" diyorlardı. Bir başka soru da "İşyerinizde sendika var mı? Varsa sendikaya üye misiniz?" şeklindeydi. 42 mülakatçıdan 11'i "sendikanın ne olduğunu bilmediklerini, bu lafı hiç duymadıklarını" söylediler üç tanesi ise, aynı şekilde, "biz cahiliz, biz de sizin gibi okumak istemez miydik, sendika ne hiç duymadık ki " diyerek ağlamaya başladı. Bu insanlar asgari ücret karşılığında fabrikada ya sabah 8:00 gece 11:00 arası çalışıyorlar, ya da 24 saat çalışıp 24 saat dinleniyorlardı. Bu fabrika, Denizli'deki tek ISO 2001 belgeli fabrikaydı. ISO belgesi aldıkları gün bütün fabrika çalışanlarının bir arada fotoğrafı çekilmiş, fabrikanın girişine asılmış ve o gün öğleden sonra işçilere izin verilmişti. İşçiler bununla pek bir gurur duyuyorlardı. "Her gün kapıdan girerken kendi resmime şöyle bir bakıyorum ve bunun verdiği güçle canla başla çalışıyorum" diyorlardı. Üstelik asgari ücrete! Her sabah işe başlamadan, fabrika marşını söyleyen bu işçiler nedense hala bende 1984 romanının içerisinde geziniyormuşum izlenimi yaratır.

Belki bir çoğumuzun gözünden kaçan bir başka örnek de Ankara'daki kamu kurumlarımızdır. Ankara'da Eskişehir yolundan akşam saat 9-10 civarında geçerseniz, Milli Kütüphane'den sonra, sağlı sollu serpilmiş duran büyük binalı kamu kurumlarının ışıklarının o saatte yandığını görürsünüz. Bu ışıklar süs olsun diye yanmazlar! Bürokratlarımız, sandığımızın aksine, o saate kadar çalışırlar. Nedenini hemen söyleyeyim. Kamuda performans değerlendirmesi ve stratejik planlama süreci, bir tür Toplam Kalite Yönetimi uygulamasıdır. Amaç, kamuda daha az personelle daha çok iş yapmaktır.

Kamuda Toplam Kalite uygulamasının, stratejik plan ve performans denetlemesi aracılığıyla nasıl kurumsallaştığını tartışmayı başka bir yazıya bırakarak, emekten yana tavır alan kişilerin ve emek örgütlerinin iş ideolojilerinin insanları nasıl köleleştirdiği konusuna daha çok eğilmeleri gerektiğini, bu ideolojileri deşifre etmek için daha fazla çabanın harcanması gerektiğini söylemek isterim.

Gerçek düşman kendisini gizleyebilendir. Bu düşman kendisini o kadar güzel gizleyebilmektedir ki bazı işçi konferedasyonlarımız bile toplam kaliteyi savunduklarını açıklayabilmektedirler. İş ideolojileri, bizim demir bilekli, çelik yürekli işçilerimizi "çocuklaştırmakta", onları otorite karşısında aciz kılmaktadır. Bu acz, işçileri otoriteye daha bağımlı, otoriteye karşı daha fedakar ve kendi çıkarlarını arayamaz konumda bırakmaktadır.

1 Mayıs'ta mitingde saf tutacak herkese, biraz da, işçilerimize bu yönleriyle bakmalarını öneririm. O zaman sendikalarında bile otoriteye neden bu kadar boyun eğdiklerini, kendi çıkarlarına sahip çıkamadıklarını, en büyük ideallerinin sendika başkanlarının bir gün bir sermaye partisinden milletvekili olmasını görmek olduğunu ve bu sağlanınca da başkanlarıyla gurur duyduklarını, çünkü kendilerini otoriteye bir adım daha yakın hissettiklerini anlayabiliriz belki!