Kapitalizmin dünyamızı topyekûn bir çöküşe doğru sürüklediği ve çoğumuzun bu sürüklenişin sonuçlarına tanıklık edeceğimiz zamanlardan geçiyoruz.

Türkiye Afganistan olur mu?

“Kapitalizmin dünya ölçeğinde yaşadığı üç büyük güncel sorun nedir” diye bir soru sorulsa, ilk başa iklim krizini, mülteciler/göçmenler sorununu ve pandemiyi yazmak gerekir ve bu üç sorun da hem nedenleri hem de sonuçları itibariyle sınıfsaldır.

İklim krizi ve küresel ısınmanın gerisinde kapitalizmin kâr odaklı üretim anlayışının olduğu bir hakikat olarak karşımızda duruyor. İster tek tek patronlar olsun ister bir bütün olarak sermaye sınıfı, sermayenin büyümezse küçüleceği ilkesinden hareket ederler ve bu da onları, ekolojik yıkım da dahil olmak üzere, kâr elde edebilme arzusu dışındaki her şeye karşı körleştirir.

Şimdilerde “yeşil mutabakat”, “iklim anlaşması” vb. isimler altında kapitalizm birtakım adımlar atıyormuş gibi görünse de, bunun zevahiri kurtarmaktan öteye gitmeyeceği ve yaklaşan felaketi durdurmaktan çok uzak olduğu açıktır. Kapitalizmin ister “çevreci” liberal kanadı olsun, ister iklim krizini inkâr eden sağ popülist kanadı olsun, her ikisi de eninde sonunda sermayenin çıkarlarını temsil eder ve burada ortaklaşırlar.

Göçmen/mülteci meselesi de elbette ki kapitalizmin küresel ölçekte yarattığı eşitsizliğin, adaletsizliğin ve savaşların bir sonucudur. Çok da uzun olmayan bir gelecekte ise iklim krizi de göçmenliğin/mülteciliğin nedenleri arasına girecek; insanlık sıcaklık artışı, büyük orman yangınları, kuraklık ya da sel felaketleri nedeniyle yaşanan kitlesel göçlere tanıklık edecektir.

Nedeni her ne olursa olsun, göçmenlik/mültecilik de elbette ki sınıfsaldır. Çünkü neoliberalizm çağında hem ülkelerin kendi içlerinde hem de ülkeler arasında gelir dağılımı giderek bozulmuş, yoksulluk derinleşmiş ve küreselleşmiştir. Kapitalizmin göçmenlik/mültecilik karşısında bulduğu çözüm ise sınır duvarlarını yükseltmekten ya da Avrupa sınırlarına toplama kampları kurmaktan ibarettir.

Ve elbette ki pandemi de insanların diğer canlıların yaşam alanlarını gasp etmesinden sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesi ve piyasalaştırılmasına ve oradan da uluslararası ilaç şirketlerine uzanan bir genişlikte kapitalizmin bir ürünüdür.

Kapitalizm, gerek merkezi bir planlamadan yoksun oluşu, gerek çarkların dönmesi zorunluluğundan vazgeçememesi ve gerekse de pandemi üzerinden yeni disiplin/tahakküm teknolojileri keşfedeceğini biliyor olması nedeniyle pandemiyle gerçek anlamda mücadele etmemiştir. En çok ölümün ABD ve İngiltere gibi neoliberalizmin kalelerinde yaşanması da, aşıdaki patent tartışmaları da, insanlığın kapitalizm koşullarında mevcut pandemiyle baş etmesinin kolay olmadığını gösterdiği gibi, olası yeni pandemilerde neler yaşanabileceğine dair ciddi ipuçları vermektedir.

***

Küresel kapitalizmin bu üç güncel sorununu en yakıcı bir şekilde deneyimleyen ülkelerden birinin Türkiye olduğunu biliyoruz. Orman yangınlarıyla birlikte iklim krizini yeni yeni gündemine alan Türkiye, uzunca bir süredir hem göçmen/mülteci hem de pandemi meselesiyle yüz yüze. “Azgelişmiş” diye nitelendirebileceğimiz bir kategoride yer alması ise şüphesiz ki bu meseleleri katmerlendiriyor ve onu çok daha yıkıcı sonuçlara açık hale getiriyor.

Küresel ısınma sadece orman yangınları ya da sel olarak karşımıza çıkmıyor Türkiye de, kuraklık da yaklaşan bir felaket olarak kapımızı çalıyor. Bu ise bir zamanlar dünyanın “buğday ambarları”ndan biri olarak görülen Türkiye’nin bu niteliğini giderek kaybetmesi ve ithalata bağımlı hale gelmesi demek. Bunun ise eninde sonunda bir “gıda krizi”ne yol açacağı muhakkak. Hele bir de neoliberal politikalarla birlikte adım adım bitirilen tarımı aklımıza getirdiğimizde başımıza neler gelebileceğini kestirmek daha da kolaylaşıyor.

Peki buna karşı Türkiye kapitalizminin ve yönetici sınıfın herhangi bir eylem planı var mı? Bu mesele adına atılmış adımlardan söz edebiliyor muyuz? Her iki sorunun da yanıtının hayır olduğu, böylesine yakıcı bir meselenin görmezden gelindiği, yok sayıldığı biliniyor.

Göçmen/mülteci meselesinin bir boyutunda iktidarın yeni-Osmanlıcı/emperyal dış politikası bulunuyorsa diğer bir boyutunda da sermaye sınıfının ucuz iş gücüne ve köleci bir emek rejimine duyduğu ihtiyaç bulunuyor. Sermayenin göçmenleri/mültecileri kullanarak emeğin fiyatını aşağı çekmesine ve bunun üzerinden emekçileri birbirine düşman etmesine estirilen milliyetçilik rüzgârları da eklenince göçmenlere/mültecilere yönelik kitlesel bir şiddetin devreye girmesi ihtimali her geçen yükseliyor. Üstelik bu tür bir iç çatışmanın ülkeyi dizayn etmek için kullanılması ihtimali de her geçen gün artıyor.

Hepsini sınır dışı etmek gibi birtakım ırkçı fanteziler dışında göçmen/mülteci meselesine dair elimizde bir yol haritası var mı peki? Türkiye’de düzen bu sorunu çözebilir mi? Bu soruların yanıtının hayır olduğu net bir şekilde görülüyor.

Bu söylenenler pandemi için de geçerli. Kamuculuğun gözden yitip gittiği bir konjonktürde pandemi politikaları doğrudan ve doğrudan Türkiye sermaye sınıfının ve rejimin çıkarları bağlamında şekilleniyor, atılan her adım kapitalizmin çarklarının dönmesine ve rejimin günü kurtarmasına hizmet edecek şekilde belirleniyor. Pandeminin küresel ölçekte üstesinden gelinemiyor oluşu sıcak para akımlarına bağımlı ve kırılgan Türkiye kapitalizminin krizden çıkışını engelliyor. “Hakikat-sonrası” çağda komplo teorilerinin internet üzerinden ışık hızıyla yayılmasından kaynaklı olarak aşılama da istenen hızda gitmeyince, geleceğe dair belirsizlik hükmünü icra etmeye devam ediyor.

***

Peki tüm bunlar karşısında dünyada ve Türkiye’de toplumların, halkların, yönetilenlerin, sömürülenlerin duruşu ne, nasıl bakıyorlar olup bitene?

Bu sorunun yanıtı pek iç açıcı değil maalesef. İnsanlık olarak adeta bir “yeni ortaçağ”dayız ve dünya olarak bir akıl tutulmasının içinde debelenip duruyoruz. Yaklaşan ekolojik felaketi görmezden geliyoruz, sonuçlarının uzak bir gelecekte yaşanacağına inanıyoruz, göçmen/mülteci sorunu karşısında milliyetçiliğe, ırkçılığa sığınıyoruz, faşizmin 21. Yüzyıldaki bir versiyonuna kapı açıyoruz. Aslında kapitalizmin pandemi yönetimine ve sağlığın piyasalaştırılmasına yönelmesi gereken öfkemizi bir “yanlış bilinç”le pandeminin inkârından aşı karşıtlığına uzanan bir genişlikte bambaşka şeylere yöneltiyor, hurafeciliği ve bilim düşmanlığını küreselleştiriyoruz.

Belki gelişmiş kapitalist ülkeler bu sorunlarını kısmen de olsa hafifletebilir ya da öteleyebilirler. Ancak “yeryüzünün lanetleri”nin yani batı dışı toplumların yaşadığı coğrafyalar –ki buna bizim coğrafyamız da dâhil- işaretleri çok net bir şekilde görüldüğü üzere, bunlarla çok daha erken ve çok daha yakıcı bir şekilde yüzleşeceklerdir.

Yanan ormanlarla birlikte değişen bitki örtüsü, suların kirlenmesi ve susuzluk riskindeki artış, kuraklık, gıda krizi, salgın hastalıklar, kitlesel göç, etnik çatışma ve iç savaş ihtimali, faşist rejimlerin yükselişi… Bunların hepsi insanlık açısından yakın geleceğin temel sorun başlıklarını oluşturuyor ve bu da “felaket kapitalizmi”nin istisna olmaktan çıkıp bir norm haline gelişine işaret ediyor. Bu ise hepimizin potansiyel birer mülteciye, Batı dışı her coğrafyanın potansiyel bir Afganistan’a dönüşmesi anlamına geliyor.

Kapitalizmin dünyamızı topyekûn bir çöküşe doğru sürüklediği ve çoğumuzun bu sürüklenişin sonuçlarına tanıklık edeceğimiz zamanlardan geçiyoruz. Kısmi önlemlerin, reformların, iyileştirme çabalarının gezegendeki varlığımızı bildiğimiz anlamda sürdürmemize yetmeyeceğinin anlaşılması, fark edilmesi gereken zamanlar bunlar. Tam olarak bu yüzden, radikal, köktenci, topyekûn bir dönüşüme ihtiyacımız var. Eğer insanlık kapitalizmden kurtulmayı başaramazsa kapitalizm insanlığın sonunu getirecek. Bu nedenle de “ya sosyalizm ya barbarlık” sözü bir slogan değil hakikatin ta kendisi artık.