İktidara kaçmak basit bir öz savunma biçimi, kaçarlar, kaçmayanlara düşman olurlar, biliyoruz. Sütler bozulmasın diye elde balta, bekliyoruz. 

Önce sütler bozuldu

Yıl 1993. Haftalık haber dergisi “Gerçek”in haber müdürüyüm. Malum, 1993, ülkenin karşı devrim yılı. Devlet gövdesinin büyük bölümüyle yasadışına çıkmış. O karalıkta “iyi saatlerde olsunlar” isyancı Kürtleri ve laik cumhuriyette direten aydınları yok etme planını uygulamaya koymuş. Bizimkisi gazetecilikten çok kelle koltukta gezinmek gibi bir şey haliyle. Tabii, bu ağır şartlar “merkez medya”nın ilgilendiği şeylerden değil. Onların keyfi yerinde. Yel değirmenleri buluyorlar kendilerine, halkı değirmenlerin canavar olduğuna inandırıp saldırıyorlar. Ortalık kahramandan geçilmiyor o karanlıkta. Biz ise sadece yüksek maaşlı soytarılar görüyoruz baktığımız her yerde. 

Öyle sıradan günlerden birinde çaldı merkez medyada çalışan bir gazeteci kapımızı. Çantasında o zamanın teknolojisi tuğla büyüklüğünde kasetler var. Endişeli, paniklemiş biraz. Oturtup, çay ikram ediyoruz, anlatıyor. Uğur Dündar’ın programında çalışıyormuş. Bir haber dosyası için görevlendirmişler, “Mis Süt” adlı şirketi izlemiş günlerce, kayda almış, muhatapları ile söyleşiler yapmış. Konu adı geçen şirketin piyasadan topladığı tarihi geçmiş ve bozulmuş sütleri puding yapıp tekrar piyasaya sürmesi. Ancak haber tamamlanıp yayınlanacağı ilan edilmesine rağmen son anda vazgeçilmiş. Emeklerinin heba olduğunu ve program yapımcılarının adı geçen şirketten haberi yayınlamamak karşılığında rüşvet aldığını düşünüyor kapımızı çalan gazeteci. Biz yayınlarız yayınlamasına ama gazeteci bu haber yayınlandığında güvenliğinin tehlikeye gireceğini düşünüyor. Yurtdışına çıkaracak gücümüz yok, bir iki hafta saklanmasını sağlıyoruz. Haber bizim dergide “Uğur Dündar'ın Gücü Mis Süt'e Yetmedi” başlığıyla yayınlanıyor. Sonuç? Koca bir hiç. Dönüp bakan bile olmuyor habere. Bugün olduğu gibi o gün de merkez medya düzenin ormanında on kaplan gücünde. 

***

Madem adı geçti, bu süt işine de bir parantez açalım. Mutfağımızdaki işgalci emperyalist Nestle ülke pazarına 1909'da Abdulhamit döneminde girdi, çocuk maması, süt ve çikolata ithal eden bir şube açtı. 1927'de Feriköy'deki bir bira fabrikasını devralıp çikolata fabrikasına dönüştürdü. O fabrikayı 1990'da Bursa'ya taşıdı, burada Nesquik, Maggi çorba, Bulyon, Noodles makarna ve Nestle çikolatalarını üretmeye başladı. Süt ve süt ürünlerindeki devlet tekeli olan SEK’in, uzunu Süt Endüstrisi Kurumu’dur, dağıtılmasının arkasındaki asıl güçtür Nestle. 

Hikayesi şöyle; 1995’te SEK’e ait 32 işletme parçalanarak özelleştirildi. SEK’in isim hakkı ve İstanbul İşletmesi de bir paket olarak o zamanın parasıyla 1.8 trilyona Koç Gurubu’na satıldı. Oysa bu işletmenin sadece arazisi için 18 trilyon lira teklif edilmişti. Kurumun dört işletmesini Tekfen Grubu’na bağlı Mis Süt 2 trilyona aldı. Özelleştirmeden aldığı payla piyasa payını arttıran Mis Süt Nestle’ye devredildi. SEK’in geride kalan bazı işletmelerini Tikveşli aldı. Tikveşli de kısa süre sonra Sabancı’ya satıldı. Satın alınan işletmelerin tamamı işçilerini “çalıştırma taahhüdüne” rağmen kısa süre sonra kapatıldı. Zaten satın alanların amacı bu fabrikaları değil, fabrika arazileriydi. Ama asıl önemlisi ülkenin en büyük süt üreticisi olan SEK’i yok ederek tekel oluşturmaktı. Ülkenin “sütü bozuklara” esir düşmesinin tarihine kısa giriştir. 

***

Hikâyenin öncesi var. 12 Eylül 1980 darbesini takip eden yıllar. Cunta başı Kenan Evren elde Kuran il il dolaşıp halka nutuk atıyor. Din tamam ama halkı inandırmak için biraz da ahlak lazım. Gözlerini Hatay’ın Soğukoluk mahallesine çeviriyor generaller. Soğukoluk o tarihte kadın ticareti yapıldığı iddia edilen pek çok otele ev sahipliği yapıyor. Cunta bu ünlü “fuhuş üssü”ne bir huruç hareketi düzenliyor tez zamanda. Jandarma mahalleyi basıyor, etrafta kuş uçurtmuyor. Otellerin bodrum katlarında kilitli kadınlar bir bir kurtarılıyor seyretmek için toplananların alkışları arasında. Uğur Dündar o dönemde TRT'de. Jandarma ile birlikte fuhuş operasyonuna çıkıyor, baskın yapıyor, mikrofonunu ve kamerasını polis copu gibi kullanıyor. Yeni bir gazetecilik türü bu. Seyirci şaşırıyor, gazetecimiz de çok ünleniyor haliyle.  

Sonra “sahi, ne oldu o kadınlara” diye sorarsınız diye not edelim; Soğukoluk’tan ite kaka çıkarılan kadınlar el altından Lübnan, Mısır, Tunus gibi Arap ülkelerine pazarlandı. Soğukoluk mahallesi kurtuldu, orada köle gibi çalıştırılan kadınlar köleliğe devam etti. Zaten maksat kadıları kurtarmak değildi. Nasıl olabilir başka türlü? Fuhuş kadınların alınıp satılabildiği bir düzeni varsayar. Sözde kadınları kurtarma harekâtı düzenleyen cunta bizzat o düzeni korumaya gelmişti. 

E memlekette her gün basacak Soğukoluk bulmak mümkün değildi tabii. O da mikrofon elde-kamera yedekte küçük esnaf denetimine çıktı. Her hafta zabıtalar eşliğinde başka bir lokantayı veya fırını basıyordu. O dükkâna girer girmez, hayatını sessiz sakin sürdüren hamamböcekleri çil yavrusu gibi etrafa dağılıyordu. Böceklerin kaçışını büyük metanetle izleyen Dündar mikrofonu zabıta kuşatması nedeniyle kaçamayan esnafın veya varsa emekçi garibanların burnuna dayıyordu. Soruları polis sorgusundan halliceydi. O sırada 12 Eylül işkencehanelerinde akla hayale gelmez işkenceler kesintisiz devam ediyordu. Biz parya gazeteciler dehşetle izliyorduk olup biteni. Aramızda “küçük esnaf canavarı” diye kodlamıştık adını. Her hafta bir esnafı sorgusuz sualsiz yutuveriyordu canavar. 

Bir gün hızını alamayıp aynısını ABD’de yapmaya kalkıştı. Kaçak patron Halil Bezmen’in kapısını çaldı, açılmayınca zorladı. İtiş kakışta yaralananlar oldu. Derhal gözaltına aldılar bizim elemanı. Kefaletle serbest bıraktılar sonra. Yargı süreci başlamadan araya Ahmet Ertegün girdi, olay tatlıya bağlandı. Son yurtdışı gazetecilik serüvenidir. 

***

12 Eylül cuntasının ektikleri filizlenip karşı devrim ete kemiğe bürününce endişeli halkımızı arasında Kenan Evren usulü “Atatürkçülük” moda oldu yeniden. Bunun alıcıları çoktu, vatan-millet-hamaset yetiyordu o alıcıları “kafalamak” için. Uğur Dündar biçilmiş kaftandı bu role. Sonra “Jak Şırrak” yaratıcılığı ile Yılmaz Özdil de katıldı aralarına. Laik halkımıza gereken afyon bulunmuştu.  

Geçen yıl araları fena halde bozuldu. Çünkü Yılmaz Özdil ABD’de kara para aklama davasında yargılanan Sezgin Baran Korkmaz’ın, Türkiye’de bazı gazetecilere TV kurdurduğunu iddia etmişti. Korkmaz bu girişimini adamı Ekim Alptekin aracılığı yürütmüştü. Alptekin de TV’nin kuruluşu için Altan Ertürk’ü görevlendirmişti. Uğur Dündar bu karanlık girişimin ürünü olduğu iddia edilen “Artı 1” adlı TV kanalının kurucuları arasındaydı. Bunun üzerine Dündar, Özdil’e çok sert tepki gösterdi, “Sen benim ne kadar namuslu olduğumu bilen bu ülkedeki iki üç insandan birisin. Sana 'kardeşim' dedim. Sen nasıl olur da ‘değerli ağabeyim’ dediğin, yere göğe sığdıramadığın bir insana ima yollu dahi olsa çamur atmaya yeltenirsin” dedi. Gerçek patronun kim olduğunu bilmiyorlardı dediğine göre. Haziran Direnişi günlerinde Yayın Yönetmeni Tuncay Mollaveisoğlu'nun odasına eli cebinde biri girmiş, ben buranın patronuyum demiş, patronun kimliği öyle öğrenilmişti. Sonra bu gizli patron, Ekim Alptekin, kanalın kapatılmasını isteyip, herkesin acısına son verdi. Kahramanımız ise atının üzerinde yeni maceraları için batıya doğru ilerledi…

***

Son macerası “Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek'e yardım etmeliyiz” sözü üzerine patlak verdi. Artık cumhuriyet yıkılmış, devlet bir parti devletine dönüşmüştü. Zamanımızın kahramanlarına manevra alanı kalmadığı anlamına geliyordu bu. “Öylesine derin bir kutuplaşma ve ayrışma yaşıyoruz ki karşı taraftan biri, ülke yararına bir şey yapsa bile ona mutlaka ‘kara’ dememiz gerekiyor. ‘Ak’ diyen linç yiyor. Oysa hepimiz aynı gemideyiz. Akıbetimiz ortak. Asıl beka sorunu işte bu!..” dedi ve yepyeni bir maceraya ilk adımını atmış oldu. Bu durumda “siyasi görüşlerimizi bir yana bırakıp sorunu çözmeye odaklanmaktan” başka çıkar yol yoktu. Sıkışmışlığın işaretidir.

Son zamanlarda çoğaldı bu saf değiştirmeler. Çünkü eski rejime ve eski düzene geri dönme umudu tükeniyor. Eski gazeteciye onu şefkatli koluyla saracak bir devlet, eski askere koruyucu kollayıcı bir ordu gerekiyor. Güçlüden yana olmak, iktidarın yanında saf tutmak bu türün eski alışkanlığı. Karşı durmanın, direnmenin maliyeti büyük çünkü. Artık zamanın ruhu böyle. Zamanımızın kahramanlarını bu ruhtan bağımsız düşünemeyiz.

“Boş teneke çok ses çıkarır” diye şahane bir sözümüz var. Son zamanlarda ortalık boş teneke sesinden toz duman. “İdeolojilerden uzak durun” diyen profesörü, “siyasi görüşlerimizi bir yana bırakıp iktidara destek olalım” diyen gazeteci takip ediyor. “CHP’ye oy veren darbecidir, yakalayın” diye polise yol gösteren yobazı, kuran okumayan çocukları şeytana benzeten Diyanetçi tamamlıyor. Ülke derin bir krize sürüklendi, halk kabak gibi ortadan ikiye bölündü o sırada. Herkes gardını buna göre alıyor haliyle. En iyi gemi hâlâ yüzen gemi. İçi boş olduktan sonra ha eski reis ha yeni reis, ne fark eder!

Ama tabii sinirleri sağlam tutmak her zaman mümkün değil, biz de sürükleniyoruz ara sıra teneke sesinin geldiği yöne doğru. Çaresiz, “bakmayın koca koca unvanlar taşıdıklarına, teneke bunlar” demek zorunda kalıyoruz. Bu yazı da onlardan biri.  Ama itiraf edeyim, geride tuhaf bir damak tadı bırakıyor bu tür yazılar, gereksiz yere üzerine çamur sıçramış, ahmaklık bulaşmış gibi hissettiriyor. Ama işte bizim de “vazifemiz” bu.

İktidara kaçmak basit bir öz savunma biçimi, kaçarlar, kaçmayanlara düşman olurlar, biliyoruz. Sütler bozulmasın diye elde balta, bekliyoruz.