Liberalizm hâlâ ilk krizini yaşadığı andaki çelişkiden besleniyor: devrimsiz devrimden, sahte özgürlükten, gerçek olmayan çözümden, makul ve ılımlı gözükenden.
Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler’inin “Büyük Engizisyoncu” isimli ünlü bir bölümü vardır. Dostoyevski kitabın bu bölümünü, hatta kitaplarının önemli sayılabilecek bir kısmını Rus devrimcilerinin dünya görüşlerinin eleştirisine ayırmıştır.
Halbuki Dostoyevski’nin eleştirileri ikna etmekten ziyade soru işareti uyandıran, hatta eleştirilene sempati beslemeye neden olan cinstendir. Öyleki yazarın dehası ve yaratıcılığı biraz da aklının karışık olmasından, çelişkilerinden kaynaklanır.
Büyük Engizisyoncu, yeryüzüne ikinci kez inen İsa ile engizisyoncunun karşı karşıya gelmesi üzerine kuruludur. Terör estiren ama dünyaya bir düzen getiren dünyevi kilisenin engizisyoncusu İsa’ya “sensiz iyiydik” demektedir. Ama nüans önemlidir: Engizisyoncu, İsa’ya düzenini karıştıracağı, işlerini bozacağı için karşı çıkmamaktadır yalnızca. Kızgındır da ve “bu işleri bilmiyorsun” demektedir.
Engizisyoncu haklıdır ama bu çözümsüz bir haklılıktır.
Büyük Engizisyoncu’nun (ve Dostoyevski’nin) çözümsüzlüğü dünyaya düzen getirmek isteyen liberalizmin çelişkisini iyi anlatır. Bu yaratıcı çözümsüzlüktür. Liberalizm kendi çelişkisinden beslenir, kendi çözümsüzlüğünün üzerinde filizlenir, bunu yaparken ve bu sayede kendini sinsice dayatır.
Tarih liberalizmin zafer anı ile yenilgisinin iç içe geçtiği çarpıcı örneklerle doludur.
Berlin Duvarı’nın yıkılışı ve Sovyetler Birliği’nin dağılışı liberalizm ile komünizm arasındaki kavganın dönüm noktası olmuştur. Ama aynı dönüm noktası liberalizmi boşa düşüren dönemeçtir de. Zaferini ilan eden ama tek gerçek düşmanını kaybeden liberalizm için hem iktidar hem muhalefet vakti gelmiştir.
Yugoslavya’yı parçalayan, Irak’ı işgal eden, dinci gericiliği dünyaya bela eden liberalizmdir. Ama aynı liberalizm işin ayarının kaçtığını da söylemektedir. Ayarı kaçırdığı söylenen Bushların ve diğerlerinin engizisyoncu isyanı haklıdır. Dünyayı liberal demokrasiyle tanıştırmanın başka bir yolu mu vardır?
90’lar ve 2000’ler küreselleşme demektir. Küreselleşme, liberalizmin büyük ütopyasıdır: Halkları bir araya getirecektir, ekonomik ve kültürel gümrükleri kaldıracak verimli ve iş birliğine dayalı bir küresel ekonomiyi mümkün kılacaktır. Ama aynı liberalizm muazzam bir ekonomik dengesizlik ve verimsizlik yaratmış, pandemi gibi bir başlıkta havlu atmış, kendi yarattığı canavarları düşman belleme noktasına gelmiş, ırkçılığı ve faşizmi yükseltmiş (ve aynı zamanda onlara cephe almış!), sınırların öneminin farkına varmış, biraz gümrüğün biraz verginin ve tabii bir de soğuk duş almanın faydalarını tartışmaya başlamıştır.
Birinci Dünya Savaşı, “milletlerin zenginliği”nin milletleri birbirine kırdırmak anlamına geldiğinin ilk büyük göstergesidir. Liberalizm krizdedir: Emperyalizmi ilk eleştirenlerden (ve Lenin’e de ilham vermiş olan) J. A. Hobson bir İngiliz liberalidir. Piyasa ekonomisinin çökmekte olduğunu gören Keynes ise adanmış bir antikomünist ve şüphesiz akıllı bir liberaldir.
Ama liberalizm krizdeyken onu eleştirme hakkı da liberalizmindir!
Oysa, liberalizmin krizini komünizmden başka hiçbir güç fırsata çeviremeyecekti. Çünkü onun tek gerçek sınıf düşmanı komünizmdi.
Komünizm liberalizmin ayaklarını bastığı ekonomik düzenin radikal dönüşümüydü, liberalizmi kalbinden vurmak demekti. Nitekim komünizm Rus devriminde liberalizmi tahtından indirdi ve bunun dünyaya etkisi muazzam oldu. Komünizm liberalizmle (ve dolayısıyla emperyalizmle, kapitalist düzenle) kavgasını geçmişte onu nasıl yendiğini unuttuğunda kaybetti.
Öte yandan liberalizm kendi yanıtını hemen şekil değiştirerek göstermişti bile. Liberalizmin varlık sebebi demek olan piyasa ekonomisi iktidarda kalsa, burjuvazi kendini kurtarsa yeterdi: Zaman faşizmin zamanıydı, liberalizm muhalefete büründü ama fikirleri hep iktidardaydı. Faşizm ile komünizmin savaşında sinsice arka plandaydı.
Liberalizmin esnekliği göz kamaştırıcıydı. Kendisi iktidardayken fikirleri muhalefette olabiliyordu veya fikirleri iktidardayken kendisi muhalefete geçebiliyordu. Dünün liberali bugünün muhafazakarı olabildiği gibi bunun tam tersi de geçerliydi. Aslında kendini tam da bu sayede canlı tutabiliyordu.
Çünkü liberalizmin dinamizmi aslen özgürlük meselesini kapitalist düzenin devamlılığı için kullanabilmesinden ileri geliyordu.
Ekonominin çarkı dönmüyor muydu, komünizmle yarışmak mı gerekiyordu: Kamunun önemini hatırlama zamanıydı. Kamunun rolü sorun yaratmaya mı başladı: Bireyin önemini, girişimci olma özgürlüğünü hatırlatma zamanıydı. Liberal demokrasi krize mi girdi: İpleri “otoriteye” hatta faşizme vermenin, komünizmle böyle kavga etmenin bir de üstüne muhalefete yerleşmenin zamanıydı. Faşizmin sonu mu geliyordu: Otorite karşıtlığı zamanıydı.
Toplumsal eşitsizlikler sorun mu yaratıyor: kimlikleri devreye sok. Dinselleşme dengeyi fazla mı zorluyor: laikliği hatırla. Özgürlükler fazla mı akıl açıyor: dini yeniden keşfet.
Sonu yok…
Liberalizm bir yolunu bulup özgürlük sorununu sınıfsal kökeninden koparabiliyordu. Ve sınıfsal olmayan özgürlük kapitalist düzenin meşruiyeti için bulunmaz nimetti.
Peki bu ne zamandan beri böyle?
Liberalizmin bir özgürlük kavgası olarak ilerici rol üstlendiği Fransız Devrimi, kraliyetin otoritesinin meşruiyetini yitirdiği ve tahttan indirildiği tarihsel dönemeçti. Bu, liberalizmin zaferiydi. Ama yerine ne konacaktı, devrim nereye kadar ilerleyecekti? Liberalizmin zafer anı kendi muhalefetini üretti: Düzen değişmiş, liberalizmin ağırlık merkezi “ılımlılar”a kaymıştı.
İnanmış bir devrimci olarak Robespierre’in karşılaştığı çelişki gerçekti: Monarşiyi indiren devrimci hareketin meşruiyetinde liberalizmin rolü vardı. Ama aynı liberalizm istediğini elde edince devrimden vazgeçmişti ya da devrim artık liberalizmden başka bir düşünceye ihtiyaç duyuyordu. “Yurttaşlar, devrimsiz bir devrim mi isterdiniz?” diyen Robespierre’in isyanı haklıydı. Ve fakat talihsizdi…
Çünkü burjuva sınıfının iktidarı ele geçirdiği o gün “otorite sorunu” da sınıf değiştirmişti.
Eski düzen değişmekteydi. Düzen değişirken otorite kralda cisimleşiyor, o cisimle kavga ediliyor ve kavga etmenin meşruiyeti sorgulanmıyordu. Peki ya burjuvazi kendi iktidarındayken kendi otoritesinin sorgulanmasına izin verecek miydi?
Liberalizmin otoriteyle bir derdi hep olacaktı, başka türlü özgürlük kavgası zor verirdi. Ama ne sınıftan bağımsız bir otorite olabilirdi ne de liberalizmin burjuvaziyle bir derdi olabilirdi. Liberalizm otoriteyi güçler ayrılığının, meclisin, devletin karmaşık mekanizmalarının arasına gizledi. Burası iflas ettiğinde bunları çöpe atmanın zeminini yaratabilmek için de… Sonra otoriteyi tek kişinin arkasına gizledi ve gerektiğinde onunla kavga etti, ettirdi.
Yani otoriterleşme karşıtlığında koparılan bütün yaygaraya rağmen gizlenmiş otorite en tehlikelisi ve gerçekte de en güçlüsüydü. Tek kural vardı: o otorite halkın eline geçmemeliydi. Bunun da yegane yolu ülkenin ekonomik varlığını halka kapatmak, burjuvazinin hesabında tutmaktı. Yani kural piyasa düzeninin devam etmesiydi.
Bugün ve geçmişte, liberalizmin krizini değerlendiremememizin nedeni bu: Liberalizmin varlık sebebi olan düzeni ortadan kaldırma cüretini gösterememek, tereddüt etmek, liberalizmle kavgada sınıfa yaslanmayan, başka güç kaynaklarıyla hareket etmek.
Milliyetçiliğe, kimlikçiliğe, dine yaslanmak… Uluslararası koşullar için de geçerli. Bugün ABD’nin veya “liberal düzen”in karşısında gözüken güçlerin neden liberalizme can suyu sağladıkları ortada değil mi? Kapitalist düzenle derdi olmayanın bugünkü dünyanın düzeniyle olan derdi de sorunludur. Kapitalist düzenle değil, emperyalist düzenin bugünkü biçimiyle derdi olanın liberalizme zaafı vardır. “Liberalizm hükümsüz hale geldi” demek ortadaki gerçeği değiştirmiyor...
Demek ki liberalizmin krizini değerlendirebilmek için radikal bir çıkış gerekiyor.
Ama nasıl bir radikallikten bahsediyoruz? Liberalizm virüs gibi. Kapitalist düzenin temeline yönelmeyen bütün radikal çözümlerin içerisine yuvalanmış durumda. En radikal gibi gözüken sol akımların dahi iş kapitalist düzenin kökten dönüşümüne, burjuva sınıfın tasfiyesine gelince nasıl havlu attığını görmedik mi?
Demek ki liberalizm hâlâ ilk krizini yaşadığı andaki çelişkiden besleniyor: devrimsiz devrimden, sahte özgürlükten, gerçek olmayan çözümden, makul ve ılımlı gözükenden.
Eğer tarihi fırsatı değerlendirmek istiyorsak, ki artık bu şeytan imparatorluğundan kurtulmamızın zamanıdır, işe önce yukarıda saydıklarımızdan kurtularak başlamalıyız.