Tunçay 29 yıl önce de araştırma yaşamının büyük bölümünü TKP’ye ayırmış haldeydi ve araştırdığı nesneyle o zaman da bir nefret ilişkisi kuruyordu. Bu yaşam boyu etkinliğin kendisine hep acı verdiğini görmek gerçekten acıdır.

İşini sevmemenin dayanılmaz hafifliği

TKP’nin yüzüncü yılına Birikim dergisi de “kuruluş yıldönümü” başlığı atılmış bir dosyayla değindi: İki söyleşi ve bir makale. Katkıcıların en ünlüsü Mete Tunçay. Ahmet Kardam diğer söyleşinin konuğu. Canan Özcan ise Atılım dönemi üstüne bir makale yazmış… Aşağıda yalnızca Mete Tunçay hakkında yazacağım. Başlığı koyarken de gözümün önüne gelen kişi odur!

1990’ların başında Sol Kemalizme Bakıyor1 diye bir röportaj-kitap çıkmıştı. O zaman da solun bir numaralı tarihçisi sayılan Tunçay’ın düşüncelerini halen koruduğunu ve Mustafa Suphilerin bir kariyer macerasının izinde Anadolu’ya geçtiklerini hâlâ iddia ettiğini anlamış bulunuyoruz. O zamanki teze göre, Suphi, Nejat ve Hakkı’nın içinden Mustafa Kemal’den bakanlık kapmak geçiyormuş. Tabir değişmiş, işbirlikçilik olmuş: “… fırsat verilseydi herhalde ‘işbirlikçi’ bir görev almaya razı olur, heves ederlerdi.” Öldürülmeselerdi demek istiyor! 

Tunçay 29 yıl önce de araştırma yaşamının büyük bölümünü TKP’ye ayırmış haldeydi ve araştırdığı nesneyle o zaman da bir nefret ilişkisi kuruyordu. Görüşlerine katılmıyordum, ama asıl, bir araştırmacının 1960’larda seçtiği konusunun ayrılmaz parçaları olan tarihsel figürlerden nasıl ısrarla nefret ettiğine takılıyordum. Bunu “düş yakamızdan, git başka şey çalış” diye anlamayın lütfen. Tunçay bir belgecidir ve iyi ki çok belgemizi ortaya koymuştur. Kastettiğim şu ki, bu yaşam boyu etkinliğin kendisine hep acı verdiğini görmek gerçekten acıdır. “Hadi söyleşelim” dendiği an sayfalara aşağılama kusulması bu acının tezahürü olsa gerek: “… en başından beri ben TKP’nin fazlasıyla şabloncu olduğunu, Türkiye’yi orijinal bir şekilde analiz edip sonuç çıkarmak yerine belli kalıplar içinde değerlendirdiğini düşünüyordum ve bu düşünce çalışmalarım sırasında da değişmedi.” Yarım asır durmadan aynı çıkarsamayı teyit etmek sıkıcı olsa gerek!

Şablonculuk bir nakarat. Röportajcı Birikimciler TKP’nin kitleselleşme yanını, ayağı yere basan bir hareket olup olamadığını soruyorlar: “Bana göre Suphiler o zaman dünyanın başka yerlerindeki birçok komünist ‘heveslisi’ hareket gibi çok şabloncu görünüyor. Yani onların Anadolu’daki bir muhalefete şekil vermesi sözkonusu olamazdı gibi geliyor bana.

Peki işçi sınıfı tabanı var mıydı TKP’nin? Yine aynı: “Buna kesinlikle hayır diyebilirim. Komünist harekete halk tabanı arama, Türkiye’de çok şabloncu kalmıştır… İlginç olan şey, Troçkizm gibi ortodoksluğa aykırı çizgilerin yerleşmemiş olması.” 

Bu sonuncu nokta bir diğer nakaratımız. Marksist-Leninist bir partide yaratıcı, canlı bir şey olabilecekse koşulu içinden Troçkist çıkartması! “TKP’de de Komintern çizgisiyle çatışan bir şey görülmedi, bildiğim kadarıyla. Bir ara şeyden ümitlenmiştim. TKP tarihinde Troçkistler bir şey yapmışlar mı diye. Ama anlaşılan, böyle bir iki söz edilmekle beraber, bir Troçkist ‘sapma’ olmamış.” Olsa, tarihimiz Tunçay’ın gözüne girecek. Belki o da rahat edecek, biz de tarihçilikle karalamacılığın birbirine karıştırılmasını izlemek zorunda kalmayacak, sadece belgeye kavuşacaktık… Ama saf bilim gibi “sadece belge” de pozitivizmdir ve öyle bir şey yoktur.

Suphilere yapıştırılan kariyerizm ve işbirlikçilik bir karalamadır. Keşke sorun ölenin arkasından ileri geri konuşma alışkanlığı gibi bir etik sorun olsaydı. Tunçay’ın meşhur Abant Platformunun eş başkanı olarak Abdullah Gül’ü ziyaret için Köşke çıktığı sıralarda şeriatçı entelijansiyaya (!) verdiği bir seminer videosu var internette. Orada da Avcıoğlu’nu tanıtırken “yaşasaydı Silivri’de olurdu”2 diye espri yapabiliyor. Kahkaha seslerinden dinleyenlerin komik bulduğu anlaşılıyor. Sorun etik; ama sadece etik olduğunu zannetmeyin. Ortada bir liberal hafifliği, ileri olana düşmanlık var. Konumuz bilimse, tahrifat var.

TKP’nin “köklü bir hareket değil, hep dışarıdan yamanan bir şey” olduğu tahrifattır. TKP’nin 100 yıl önceki kuruluşundan önce Anadolu gayet bizden bir solculukla fokurdamaktaydı. Sanayi devrimi geçirmiş Makedonya sınırların dışında kalmış olsa da İstanbul’da örgütlenme pratikleri içinde bir işçi sınıfı vardı. Buradan yetişen öncü unsurlar vardı. Türkiye modernleşmesi genç aydınları Avrupa’yla ve dolayısıyla işçi ve Marksist hareketlerle iletişim yoluna sokmuştu, bu etkileşimden çok şey öğrenenler vardı. Düzenin Osmanlıcı, islamcı aranışlarından sonra Türkçü-milliyetçiliğin de yozlaştığını ayrımsayanların bir bölümü sosyalizmin seçeneğine varmışlardı bile. Devrimle birlikte ezeli düşman Rusya’nın içinden ilkeli bir dostun çıkacağı hemen hissedilmiş ve bu durum 1917’den sonra Türkiye siyasetinde sola yönelimi körüklemişti...

Açıkçası komünizm ve TKP ülkenin üç ana ideolojik ve siyasi kulvarından birine denk düşüyorlardı. Merkezde modernist milliyetçi Kemalizm, sağında islamcı-liberal karmaşası ve solunda Biz… Bu üçüncü kulvar ülkemizde bilimin, sanatın, halkçı değerlerin boy attığı o muazzam tarladır. Komünizm olmasaydı acaba Türkiye’de şiir, öykü, tiyatro, sinema, arkeoloji, sosyoloji adına elde ne olurdu? Köksüzlük iddiası temelsizdir. Aydın kuşakları komünizmden beslenmiş, işçi sınıfı orada nefes almış, TKP büyük veya küçük ama her zaman bir işçi ve aydın örgütü olmuştur.

Ve karşımızda dayanılmaz bir hafiflik vardır: “…o kadar yalıtılmış bir hayatları vardı ki, onların kişisel hayatlarından da bir şey çıkması mümkün değil. Toplumun dışında görünüyorlar.”  Toplumun dışında görünenler arasında Nâzım Hikmet var örneğin. Adaşı, 1. Meclis’in Tokat mebusu Resmor valilikten gelme. Suat Derviş ilk kadın edebiyatçılardan biri. Kızı Varşova direnişinde faşizmin kurbanları arasına adını yazdıran Şefik Hüsnü 1946’da binlerce işçinin örgütlenmesi için adım atan bir toplum-dışı! Neyse ki Beynelmilel İşçiler İttihadından yetişen Zahariadis adlı bir Rum Yunanistan’a göçer de sosyalleşip Yunanistan KP’nin genel sekreterliğini üstlenir! Lafı uzatmayayım; ressam yoldaş İrfan Ertel’in Yüz Yaşa Can Verenlerden sergisi izleri bu ülkeye kazınmış devrimci ve komünistlerin yalnızca sembolik bir listesini içeriyor. Toplumla ilişkimizi merak eden oraya baksın; ay sonuna kadar İstanbul Nâzım’da açık olacak…

Tabii komünizm Türkiye’de hep Rusya tehdidi olarak görüldü ve hiç komünizm lafı ortada olmasaydı bile yine böyle bir Rus korkusu olacaktı.” İşte bu da “MİT’çilerin kendiliğinden ideolojisidir”! Türkiye’de tarihsel olarak maaşını ve eğitimini CIA’den alan, işkenceyi bilim, komployu yaşam biçimi haline getiren bir anti-komünist devlet kadrosu ekolü vardır. Bunların kendilerini alenen sermayenin ve emperyalizmin uşağı, halk düşmanı caniler olarak kavrayıp sunması imkansızdı. Devletin iğrenç anti-komünist pratikleri dış tehditle rasyonalize edilmiş, işkenceci kendini Rus tehdidine karşı savaşan bir mücahit olarak aklamıştı. Son zamanlarda bu rasyonalizasyonun merkezine cihatçılık kondu. TKP’nin ülkeye dışarıdan yamandığı ve Rusya tehdidi ile özdeşleştirildiği için gadre uğradığı tezi, liberallerin anlayacağı tabirle söylersek bir “derin devlet” tezidir. Doğrusu, anti-komünizmin kaynağı, bildiğin mülk sahibi sınıflardır. Belgeleri bilmeseler de, onlar sınıf refleksiyle komünizmin emekçi halkı temsil potansiyelinin veya gücünün farkına varmışlardı.

Türkiye solunun bir numaralı belgecisi “Garip bir şekilde TKP, resmi Cumhuriyet hükümetinin mesela Kürt sorunundaki politikasını tamamen destekliyor durumunda” demektedir. Kürt milliyetçiliğinin, Cumhuriyet düşmanlığının, liberal anti-komünizmin ve solda likidatörlerin başta gelen efsanelerinden biridir bu ve asılsızdır. TKP’nin tarihsel Kürt sorunu tezi, Kemalizmin feodallere karşı mücadelede kitlelere dayanmaktan kaçınmış olması nedeniyle kitlesel kıyıma başvurduğudur. “Tamamen destekleyen” falan yoktur. Feodallerin kapitalistlerden çok daha geri bir yapıyı temsil ettiği ve yoksul köylülerin katlinin bir alçaklık olduğu aynı anda doğru olabilir. Bunu anlamak için İhtiyaç duyulan sadece biraz diyalektik akıldır…

Öte yandan belgelerin yetmeyeceğinin kabulü yaşamı boyunca belge aramış bir tarihçi için çok acı değil midir? “Bize intikal eden belgeler fazla şekilci gibi geliyor bana. O belgelerden işin gerçeğine ait fazla bir yere varmak mümkün değil.” Diyor ki, öyle boş bir tarih ki bu yüzyıl, belgeleri de belge değil; gerisini siz düşünün! Buna hafiflikten başka ne denebilir? 

Birikimci röportajcı nelerin bulunması gerektiğini sorar Tunçay’a. İki numaralı nakarat çağırılır hemen: “Parti içinde örneğin muhalif bir ismin kalkıp muhalefetine dair yaptığı polemiklere ulaşabilmiş olsak bu ilginç olabilirdi. Böyle bir şey de yok maalesef Türk partisinde.” TKP önemli Troçkist ve polemikçi muhalif yetiştirmediği için suçludur!

Oysa suçumuz yenilmiş olmak. Yüz yıl boyunca bu alçaklık düzenini yıkamadık. Siyasette en büyük kusurdur bu. En büyük erdemse haklının, doğrunun, aydınlığın, emeğin yolunda mücadele etmektir. Eğer tarihimizi karalayanların niyeti dünüyle bugünüyle ve geleceğiyle bu mücadeleyi itibarsızlaştırmaksa nafile uğraşırlar…