'Türkiye’de 'Öfkeli Genç Türk' adlandırmasında somutlaşan 'yeni' bir Türkçü/milliyetçi dalga yükseliyor. Bu yeni milliyetçilik 'seküler' bir nitelik taşıyor.'

'Hudut namustur' ya da 'Öfkeli Genç Türkler'

İYİP İstanbul İl Başkanı Buğra Kavuncu’nun Halk TV çıkışı saldırıya uğradığını öğrendiğimde aklımdan geçen ilk şey, bu saldırının kendilerine “Öfkeli Genç Türkler” diyen bir grubun İstanbul’un farklı noktalarına “Ülkemde mülteci istemiyorum”, “Hudut namustu” ve “İzmir’in dağlarında çiçekleri yakanlar hesabımız sizinle” yazan pankartlar asması hadisesiyle bir bağlantısının bulunması ihtimali olmuştu. 

Kavuncu saldırısının ertesi günü, bu sefer de pankartı asan gençlerden biri evinin önünde saldırıya uğrayınca bu düşüncem doğrulanmış oldu; pankartı asanlara destek için adliyeye giden siyasetçiyle pankartı asanlardan birinin üst üste saldırıya uğraması basitçe bir tesadüf olamazdı. Saldırganın avukatlığını üstlenen kişinin daha önce yine Halk TV’den çıkarken aynı şeyleri yaşayan Levent Gültekin’e saldıran kişinin de avukatlığını üstlendiği bilgisi ise her şeyin sağlaması oldu. Daha önceki Selçuk Özdağ, Orhan Uğuroğlu, Afşin Hatipoğlu saldırıları örneklerindeki gibi burada da adres MHP’ydi. 

Saldırıya uğrayan Kavuncu, halen “FETÖ”den cezaevinde bulunan Enver Altaylı’nın yeğeni. Altaylı, CIA’in en karanlık isimlerinden Ruzi Nazar tarafından yetiştirilen ve “manevi evladı” olduğu MİT müsteşarı Fuat Doğu tarafından teşkilata alınan bir isimdi. Nazar’ı, Doğu’yu ve Altaylı’yı bir araya getiren şey ise komünizm ve Sovyetler Birliği düşmanlığıydı. Altaylı sonrasında MİT’ten ayrıldı ve komünizmle mücadeleye MHP’de devam etti. Partinin gazetesi olan Hergün’de Genel Yayın Yönetmenliği ve Almanya parti müfettişliği görevlerinde bulundu. 

Gladio’ya çalışma ihtimalinin yabana atılmaması gereken, yabancı istihbarat servisleriyle her daim içli dışlı bir isim olan ve 15 Temmuz darbe girişimi sonrası tutuklanan Altaylı’nın yeğeni olan Buğra Kavuncu, 2018’de İYİP’in İstanbul İl Başkanlığı’na seçildi. Dayısının yaptıkları şüphesiz ki yeğenini bağlamaz ama meselemiz zaten bu değil, meselemiz Kavuncu’nun da dayısıyla aynı çizgide yer alması ve onun görüşlerini savunması, yani “yüzü batıya dönük” bir ülkücü olması. 

Şimdi Kavuncu’dan başka bir isme, onunla birlikte adliyeye, “Öfkeli Genç Türkler”in yanına giden diğer kişiye, yani Emir Gürbüz’e bakalım. Halen Kavuncu’nun yardımcılığı görevini üstlenen Gürbüz, bu göreve gelmeden önce YATA Türkiye/ Türk Atlantik Gençlik Konseyi adlı kuruluşun başkanlığını yürütmüştü. Bu kuruluş ise en özet ifadeyle NATO’nun Türkiye’deki gençlik teşkilatıydı ve “geleceğin diplomatlarını ve akademisyenlerini yetiştirmek”, “geleceğin siyasi liderleri arasında güçlü bir ağ oluşturmak”, “NATO üye devletleri, NATO Barış için Ortaklık Ülkeleri ve NATO gözlemci ülkeleri gençleri arasındaki işbirliğini geliştirmek ve güçlendirmek” teşkilatın bazı hedeflerini oluşturuyordu.

Anlaşılan o ki Gürbüz’ün İYİP’te geldiği yer bir tesadüf değildi; çünkü YATA’nın ondan önceki başkanı olan Bahadır Dinçaslan da İYİP’in Genel İdare Kurulu üyeliği görevinde bulunmuş ve hatta Akşener’in konuşma metinlerini yazmış, ancak sosyal medyada Muhsin Yazıcıoğlu için “katil” ifadesini kullandığının ortaya çıkmasının ardından, partinin önemli isimlerinden Yavuz Aliağıroğlu’nun bastırmasıyla istifa etmek zorunda kalmıştı. 

Bu noktada bir isme daha bakalım. Pankart asan grubun gözaltına alındığı gün onları hararetle destekleyen isimlerden biri olan, ancak adliyede görünme fırsatını Kavuncu ve Gürbüz’e kaptıran, partisinin kuruluşunu ise bu yazının yayınlanmasından bir gün önce açıklayan Ümit Özdağ, önce Buğra Kavuncu için “FETÖ’cü” demiş, sonra da İYİP’ten istifa etmişti. Bu istifa sonrası İYİP’in Genel Başkan Yardımcılarından Mehmet Tolga Akalın ise Ümit Özdağ için şunları söylemişti: 

"Partimizde bir dönemdir yaşanan tartışmaların zarfı FETÖ’cülük mazrufu NATO’culuktur. İYİ Partiden ayrılan Gökalp-Atatürk çizgisinde Türk Milliyetçiliği değil İYİ parti programına NATO’yu nakşeden ülkücü görünümlü NATO’cu milliyetçiliktir."

***

Peki tüm bunları, bu FETÖ’cü-NATO’cu hikâyeyi neden anlatıyorum, mesele tam olarak ne? 

Meselenin birden fazla boyutu bulunuyor: Birincisi, Türkiye’de “Öfkeli Genç Türk” adlandırmasında somutlaşan “yeni” bir Türkçü/milliyetçi dalga yükseliyor. Bu yeni milliyetçilik “seküler” bir nitelik taşıyor ve kendisini sığınmacı/göçmen düşmanlığı üzerine inşa ediyor. İkincisi, MHP bu milliyetçi dalgayı kapsayamayacağını bildiği için, dalgayı siyasi alanda temsil etme potansiyeline sahip harekete, yani İYİP’e karşı şiddete başvuruyor. Üçüncüsü, söz konusu dalga aslında İYİP’i de aşan örgütsüz, lidersiz, programsız bir nitelik taşıyor, kendini hem siyaset hem de partiler üstü bir yerde konumlandırmaya çalışıyor ve şu an için bir “hissiyat” olma niteliği taşıyor. Dördüncüsü, bu dalgayı kapsayabilmek ve kendi partilerinde örgütleyebilmek için İYİP’li gençler “Öfkeli Genç Türkler” imzalı o pankartları asıyorlar. Beşincisi, bu yeni dalgaya, İYİP’in NATOperver kadroları aracılığıyla Batıcı/NATO’cu bir karakter verilmeye çalışılıyor. Altıncısı, sadece İYİP değil, Ümit Özdağ’dan Tanju Özcan’a uzanan bir genişlikte düzen muhalefetinin bütün aktörleri yükselen bu dalganın üzerinde sörf yapmaya çalışıyor. Ve yedincisi, Kılıçdaroğlu’nun çektiği videolara ve pankartı asan grubun gözaltına alınmasının ertesi günü CHP Genel Merkezi’ne çok hızlı bir şekilde “sınır namustur” yazan devasa bir pankart asılmasına bakarak söyleyecek olursak, CHP eliyle Akşener’in ve İYİP’in parlatılmasına paralel bir şekilde ve “sağcılaşma” siyasetinin bir parçası olarak, bu dalganın yine CHP eliyle yükseltilmek istenildiği anlaşılabiliyor. 

Bu yeni dalganın kendini “Öfkeli Genç Türk” diye adlandırması şaşırtıcı değil hiç şüphesiz, şu anki toplumsal hissiyatı açıklayacak en iyi sözcük belki de “öfke” çünkü. Salgınla birleşen ekonomik krizin toplum üzerinde yarattığı yıkıcı etki, özellikle gençlik içerisinde, sadece umutsuzluğu ve karamsarlığı değil, öfkeyi de giderek artırıyor. Tarihi tecrübeler ise bize toplumsal öfkenin çoğu kez yanlış yerlere yöneldiğini gösteriyor. Bugün doğrudan iktidara ve onun gerisindeki emperyalist merkezlere yönelmesi gereken öfke, kendisini sığınmacı ve göçmen düşmanlığında gösteriyor. Bu düşmanlık ise sözünü ettiğim Türkçü/milliyetçi dalganın ayağını bastığı zemini oluşturuyor.

Bütün milliyetçilikler gibi burada da bir mağdur edebiyatı ile karşı karşıya kalıyoruz. Buna göre Türkler ekonomik krizle, işsizlikle, yoksullukla boğuşurken, “her şeyin bedava olduğu” Suriyeliler ya da genel olarak göçmenler günlerini gün ediyor, denize girip, nargile içiyor. Bir zamanlar İslamcıların kullandığı Necip Fazıl’a ait “Öz vatanında garipsin, öz yurdunda parya” dizesi, bu “hissiyat”ın bir ifadesi olarak karşımıza çıkıyor. Türklerin sahipsizliği, Türklüğün hor görüldüğü, Türk olmanın utanılacak bir şey haline geldiği gibi bütünüyle gerçek dışı iddialara dayalı bu mağdur edebiyatı, bu yeni dalga milliyetçiliğin üzerinde yükseleceği sütunları oluşturuyor. 

Bu yeni dalga milliyetçiliğe “seküler” karakterini ise iktidarın dinselleşme politikalarına gösterdiği tepki veriyor. Ancak bütün milliyetçilikler gibi bu yeni milliyetçilik de sınıf körü olduğu için dinselleşme ile piyasacılık arasındaki ilişkiyi, İslamcılarla sermaye sınıfı arasındaki ittifakı, siyasal İslam’ın Türkiye’nin sermaye düzeni açısından taşıdığı önemi göremiyor. Hal böyle olunca da dinselleşmeyi yanlış bir şekilde “Araplaşma” üzerinden açıklıyor ve bu da sığınmacı/göçmen düşmanlığıyla birleşince, o seküler karakter, faşizan bir milliyetçiliğin gölgesi altında değersizleşip hükümsüzleşiyor, ilerici bir rol oynaması imkânsızlaşıyor. 

***

Bu yeni dalga milliyetçiliğin AKP-sonrası dönemin kurucu ideolojisi olarak tasarlandığı, İYİP üzerinden iktidar bloğunda temsilinin planlandığı, düzenin restorasyon arayışına uygun bir şekilde ve “fabrika ayarlarına dönüş”ün bir parçası olarak Batıcı-NATOcu bir karakter taşımasının istendiği görülebiliyor. Düzen, içinde bulunduğu hegemonya krizini geçmişte nasıl İslamcılıkla çözdüyse, bugün de seküler karakterli bu milliyetçilikle çözebileceğini, IMFcilikle NATOculuğu buradan sentezleyebileceğini düşünüyor. Seküler kitlelerin radikalleşmeye meyilli enerjisini mutlaka soğurması ve restorasyon projesine dahil etmesi gerektiğini biliyor. 

Türkiye’nin bir kırılma noktasına doğru hızla gittiği bir süreçte, bu yeni dalganın siyasetteki etkilerini ve göçmen/sığınmacı meselesini manipülasyona nasıl açık hale getireceğini de, düzenin bütün aktörlerinin birbirinin hassas noktasının göçmenler/sığınmacılar olduğunu bilerek bu meseleye hangi araçlarla ve neleri göze alarak oynayacaklarını da, uzak olmayan bir gelecekte yaşayarak göreceğiz büyük ihtimalle. Bu aktörlerin her biri, kendi gelecek projeksiyonlarına uygun bir şekilde, göçmen/sığınmacı meselesini bir yerinden tutup çekiştirmeyi deneyecekler ve bunun Türkiye siyaseti üzerinde çok derin ve çok kalıcı etkileri olacak, bu kavga Türkiye toplumunda derin izler bırakacak.  

Şimdilik burada duralım, bu gidişata solun nasıl müdahale edebileceği, neler yapılabileceği sorusu da başka bir yazının konusu olsun.