Gemi azıya almak, toplumun tercihlerini ve taleplerini hiç dikkate almaksızın iktidar olmaksa, bu konuda dünyada hiçbir siyasi yönetim AKP iktidarının eline su dökemez herhalde.

Gemi azıya almak

"Gemi azıya almak" deyiminin düz anlamı, atın gemini azı dişleri arasına alıp binicisinin kontrolünden çıkmasıdır. Ama yaygın kullanımı mecazi anlamıdır; "kontrolden çıkmak, iyice azgınlaşmak" anlamıyla insan davranışları betimlenir. İnsan derken, insanların oluşturduğu gruplar, siyasi hareketler/partiler, ülke yönetimleri, hatta birçok ülkeyi ilgilendirebilen emperyalist müdahaleler vs. de kastedilebilir.

Türkiye'de konuya uygun düşen örnek, toplumsal ve anayasal yükümlülüklerinin denetimi/sınırları dışına çıkan iktidar blokunun gemi azıya almasıdır. Bu daha ziyade içe karşıdır; Anayasayı takmayan fiili bir istibdat rejimi oluşturmanın bütün öğelerini içermektedir. Dışa karşı, Suriye ve Libya gibi zora düşmüş küçük ülkeler dışındaki büyük güçlere karşı ise tam bir rahvan at uysallığı söz konusudur. Doğu Akdeniz ve Karadeniz'e, Suriye'de ABD korumasındaki PYD devleti örneklerine bakmak yeterlidir.

İçteki güncel örnekler ise her gün gündemi işgal etmektedir. Rize İkizdere'de cennet gibi bir vadide iktidarın adeta ortağı gibi davranan Cengiz İnşaat'ın taş ocağı açma inadı ve İçişleri Bakanlığı emrindeki Jandarmanın direnen yöre sakinlerine şiddet uygulaması, bunun son örneklerindendir. İktidarın sermayesever niteliğinin -her ne kadar halkın bilincine tam yansımamış olsa da- aslında haber değeri bile yoktur ama bu örnek iktidarın ve yandaş sermayenin birlikte gemi azıya almalarının son pervasızlıklarındandır. Karadeniz bölgesinden devam edersek, Artvin'de çevreye ve Artvinlilere karşı çok daha büyük bir meydan okumanın gene Cengiz-iktidar ortaklığı üzerinden yıllardır fütursuzca sürdürüldüğünü görürüz. Köylü tepkilerine rağmen durdurulmayan Karadeniz Yeşil Yol Projesi; Sinopluların yoğun tepkilerine rağmen vazgeçilmeyen nükleer santral projesi; Çanakkale Kirazlı'da yüzbinlerce ağacın kesimiyle sonuçlanan Alamos Gold şirketi çevre katliamı, iktidarın doğayı ve toplumu hiçe sayan azgınlaşmış hallerinin sadece bir bölümüdür. Yargının iyice etkisizleştirildiği bir süreçte sistemin kâr hırsının tatmini için her yol mübahtır. 

Sözde kapanma günlerinde, imalat sanayi, inşaat, madencilik, enerji, tarım işçilerinin, ulaştırma ve sağlık hizmetlerinde, kamu yönetimi ve savunmada çalışanların, topluca 16,4 milyon ücretlinin kapanmadan tamamen muaf yani kapsam dışı tutulmaları tam bir ikiyüzlülüktür. Kısmen kapsam dışı tutulanların sayısının da 6 milyonu bulduğu dikkate alınırsa, toplam istihdamın yüzde 83'ünün kapanma kapsamına alınmadığı anlaşılır. Kapanma günlerinde bile çalışmaya zorlanan bu kesimlerin pandeminin yayıcısı olması gibi temel bir sağlık sorununun yanında, onlara karşı devletin başta aşılama önceliği olmak üzere yeterli sağlık hizmetini sunma yükümlülüğü vardır. Anayasanın 2. maddesindeki "sosyal devlet" ile 56. maddesindeki "Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir" gibi hükümler bunları iktidarın tercihine veya keyfine bırakmamaktadır; ama iktidar bir kere gemi azıya almıştır, ne Anayasayı ne yasaları bağlayıcı kabul etmektedir.

Daha önemlisi, işsizliğe, dükkan kapamaya, ücretsiz izin ve KÇÖ uygulamasına mahkum edilenlere, devletin anlamlı bir gelir desteği yapma yükümlülüğünü hissetmemesidir. OECD ülkeleri arasında gelir kaybına uğrayan kesimlere milli gelire kıyasla en düşük sosyal/ekonomik desteği veren ülkeler içinde başa güreşen bir ülke konumunda olmak az "başarı" değildir. Bu kesimlere milli gelire oranla yüzde 1,5 dolayında (IMF'ye göre yüzde 1,9) bir destek sağlayan, üstelik bunun önemli bölümünü işçilerin kazanılmış işsizlik sigortası hakları üzerinden karşılayan Türkiye yönetici sınıfı, sosyal devleti askıya almış demektir. IMF'nin yüzde 2,5'luk desteğin altında kalan en anti-sosyal ülkeler kategorisine soktuğu Türkiye, sermayeye verilen ve esas olarak kredi biçimindeki destekler bakımından ise ortalamalara daha yakındır. 

Her durumda iktidar, pandemik kriz ve krize karşı alınan kendi idari tedbirleri nedeniyle gelir kayıplarına uğrayan kitlelere karşı sorumluluklarından kaçmış, bütçe olanaklarını devreye sokmayı ise hiç gündemine almamıştır. Bu vurdumduymazlığın arkasında, bugüne kadar geliştirip defalarca sınadığı "toplumu aldatma ve oyalama kapasitesi" kadar toplumun örgütlü tepkisizliğine olan güveni; "emekçi kesimleri kontrol altında tutma örgütleri" olarak işlev gören Türk-İş, Hak-İş, TESK, TZO, Memur-Sen ve benzeri yapıların biat etmiş yöneticilerinin sadakatini garantiye aldığına inanması bulunmaktadır.

İktidarın diğer bir hesabı da muhtemelen şu olmuştur: Millet kirli çıkıdır; halkın her zaman kara günler için bir ihtiyat akçesi, altını bileziği vardır. Olmadı, arazisini, arabasını satar ayakta kalır. Bütçeyi zorlamaya gerek yoktur, halk kendini bir zorlasın önce. Bu, önemli ölçüde gerçekleşmiştir de; ama artık sınıra gelinmiştir. Bu imkanları başından beri olmayanlar ise bir-iki ay bile dayanma gücüne sahip olamamış, açlığın pençesine düşmüşlerdir. İntihar olaylarındaki patlama, AKP devrinde sosyal devletin tamamen iflas etmesinin acı bir sonucudur. Milletin sorunlarını zerrece umursamamak, ancak toplumun ve anayasanın kontrolü dışına çıkmış iktidarlar için geçerli olabilir.

Gazeteci dövenler, anamuhalefet liderine linç girişiminde bulunanlar, vb. özel olarak kollanıyorlarsa, burada da gemi azıya almış yani pervasızlaşmış bir iktidar etme biçimi söz konusudur.

Gemi azıya almak ile cehalet birleşince, 30 Nisan "şakası" olarak 10 AKP milletvekilinin önergesiyle geçen bir yasa maddesiyle, "Mayıs ayı boyunca çeklerin ibraz edilemeyeceğine" dair bir düzenleme yapılabilmiştir. Böylece devlet vatandaşın kamu borcuna erteleme getirmezken vatandaşlar arasındaki özel hukuk ilişkilerine müdahale etmeyi, borçlunun borcunu ödemesini ertelemeyi marifet sayabilmiştir. Bu madde o kadar ayaklarına dolanmıştır ki, Ticaret Bakanlığı'nın bir tebliğiyle kanunu değiştirmeye kalkışmışlar, "çekin karşılığının bulunması kaydıyla, çek bedelinin ödenmesi gerekmektedir" "hükmünü" getirerek (tebliğle kanun maddesi yazarak!) yeni hukuki ihtilafların kapısını da aralamışlardır. Kimlerin çıkarları düşünülerek bu garabetin yapıldığı ayrı konudur; buradaki meselemiz bakımından iktidarın piyasayı düzenleyici rolünün dahi artık sorgulanır duruma gelmiş olmasıdır. Kontrol dışı bir yasama sürecinin tipik bir örneğidir.

Gemi azıya almak, toplumun tercihlerini ve taleplerini hiç dikkate almaksızın iktidar olmaksa, bu konuda dünyada hiçbir siyasi yönetim AKP iktidarının eline su dökemez herhalde. Bu özellik bir de yağmacı/talancı bir rant anlayışıyla birleşirse, o zaman hiçbir toplum tepkisinin, hiçbir rasyonel bilimsel açıklamanın, hiçbir doğal afet riskinin, örneğin iktidarın Kanal İstanbul gibi akla ziyan projelerdeki iştahını dizginlemesi beklenemez. Toplumun tepkisinin mutlaka birleşmesi ve siyasete tahvil edilmesi şarttır.

Sonuç: Nedenler

İktidarın böylesine kontrolden çıkmasının birkaç nedeni vardır: Birincisi, toplumsal tepkiler yetersiz kalmıştır. Her ne kadar AKP 2015'ten sonra tek başına Meclis çoğunluğunu alamayacak noktaya geriletilebilmişse de, yeni ittifaklarla ve seçim hileleriyle bunu aşabilmiştir. Toplumsal tepkiler daha erkenden ve daha güçlü bir biçimde çıkabilmeliydi. Toplumun din sömürüsüne ve faşist baskılara bu kadar kolay teslim olmaması da gerekirdi. Burada, toplumun demokratik reflekslerinin olgunlaşamamış bir hali söz konusudur.

İkincisi, iktidarın aşırılıklarına karşı muhalefet toplumu örgütleme, alternatif bir toplum projesi, neoliberalizme alternatif bir  ekonomik model sunma irade ve kapasitesini geliştirmemiştir. Geliştirebilmiş olsaydı, bu iktidarın bugüne kadar yerini koruması mümkün olmazdı. Bugün artık tek umut iktidarın seçmen tabanının daralması ve eğer yapılırsa seçimlerle devrilebilecek kıvama gelmiş olmasıdır. Ama iktidarı bırakmamak için onlarca gerekçeye sahip bir iktidarın, üstelik bu kadar faşizan bir baskı rejimi kurmuşken, kaybedebileceği bir seçime kurbanlık koyun gibi kafasını uzatacağını düşünebilmek epey bir iyimserlik veya saflık gerektirir.

Üçüncüsü, iktidar yargıyı ve özellikle yüksek yargıyı, bu arada TSK'yı da tamamen Saray'a bağlayarak, rejiminin devamını sağlayabilmenin çeşitli senaryolarını hazırlayabilme potansiyeline sahip olmuştur. Zaafları büyüyen ve asıl hedefine ulaşmakta güçlük çeken siyasal İslamcı hareketin, iktidarının bekası için genel oy hakkını erteleyen bir açık faşizme yöneliş tasavvurunu, dış güçlere verebileceği ödünleri katlayarak aşma hesapları içinde olabileceğini dahi dikkate almak gerekecektir.

Bütün bunlar, olağan/sıradan bir siyasi iktidar türüyle karşı karşıya olunmadığının belki artık bilinen örnekleridir. Ama muhalefetin de olağan bir muhalefet anlayışıyla yetinemeyeceğini göstermesi bakımından ne kadar üzerinde durulsa azdır. Muhalefetin, örgütlenmesinin tüm kılcal damarlarıyla birlikte, bir strateji zenginliğine sahip olması ve toplumla arasındaki dolaysız bağları hiç olmadığı kadar güçlendirmesi zorunluluğu ile karşı karşıyayız. 

Sosyalist solun, sistemin gerçek alternatiflerini topluma gösterme mücadelesinin bugün hiç olmadığı kadar değerli olduğu bir aşamada bulunulmaktadır.