Afrika’da kaybedeceklerini, başka bir bölgede geri almak için ABD’nin de tam desteğiyle büyük bir olasılıkla yanı başımızda daha da saldırganlaşacak bir Fransa’dan söz ediyoruz.

Fransafrika’nın başında fırtına bulutları

Kapitalizmin derin bir bunalım içinde olduğuna ve bunalımın sadece bu örgütlü sömürü sistemini değil, dünya yüzündeki yaşamı da yok olma eşiğine taşıyacağına kuşku yok. Dünyanın her yerinde milyonlarca insan özellikle de gençler “bu düzenin böyle gitmeyeceği” konusunda hemfikir. Burası güzel ve doğru da, bu düzenin yıkılması sonrasında kurulacak yenisinin ismi ve niteliği konusunda yoğun bir kafa karışıklığı hüküm sürmekte. 

Bu yıkıcı ve yıkılası sistemin başat aktörü, dış politika alanında kalem oynatanların pek sevdiği deyimle “Transatlantik İttifak”. ABD ve müttefikleri. NATO ve ortakları yani. Oysa eminim “transatlantik” dendiğinde ben dahil çoğumuzun aklına bundan yüzyıl kadar önce buzdağına çarpıp batan “Titanik” geliyor. Çağrışım yerinde aslında.

Bu ülkeler bütününün ortak değerleri olduğu iddiasını sabah akşam duyuyor, okuyoruz. Neymiş bu transatlantik değerler: “demokrasi, insan hakları, özgürlük, fırsat eşitliği, serbest piyasa vs.” Bunların tümünün içi boş veya boşaltılmış kavramlar olduğunu çoğumuz biliyoruz ama aramızda bunu tam fark edememiş dostlar da bulunacağını hesap ederek devam edelim.  

Transatlantik İttifak bu ortak değerleri Çin ve Rusya gibi ülkelere karşı savunma savıyla birtakım adımlar atarken kendi iç bütünlüğünü de koruyarak ilerlemek zorunda. Yokuşun dikleştiği yer de burası zaten. Kâr maksimizasyonu hedefiyle hareket eden burjuvazinin yönettiği bu ülkelerin çıkarlarının örtüştüğü ve çatıştığı noktalar olmasından doğal ne olabilir? Bu noktaya gelindiğinde “Transatlantik İttifakı” içindeki hiyerarşi devre giriyor ve her zaman aslan payını kendine ayıran en büyük ortak, ortaklık bozulmasın diye  küçük ortaklara da belirli avlanma alanları bırakıyor.

Soyuttan somuta doğru gidersek, ABD ile Fransa arasındaki ilişkilerde son dönemde izlediğimiz hareketlenme yukarıda kaba hatlarıyla özetlediğim kuramsal çerçevenin pratiğe yansımasından başka bir şey değil.

Bu köşede birkaç kez yazdım. Fransa bu kutsal ittifak içinde arada bir gürültü çıkaran sıradan bir Batı Avrupa ülkesi değil.  Hiç de azımsanamayacak güçte olan donanmasının yaklaşık üçte ikisi, şimdilerde dünyanın yeni boy ölçüşme sahası olduğu görülen Pasifik bölgesinde. Emperyalist Batı bloğunun askeri teknoloji üretiminde de söz sahibi olan en güçlü unsurlarından biri. ABD ile dönemsel çatışmaların sarsamayacağı kadar derin ilişkileri bulunuyor.

Yalnız Fransa’nın da kendine göre dertleri ve kaygıları var. Bunların en başında kesinlikle Çin gelmiyor. Paris’in karın ağrısı Afrika. Fransızlar bu kıta ile ilişkilerini tek bir sözcükle tanımlıyorlar: “Françafrique”. Türkçeye çevirince Fransafrika oluyor. Fransız sömürgeciliğinin Afrika mirasını iki başlık altında inceleyebiliriz. Ekonomik ve siyasi. Ekonomik miras ana hatlarıyla kazançlı diyebiliriz. Fransız sermayesi Batı Afrika başta olmak üzere kıtanın dört bir yanında varlığını hissettiriyor. Mirasın siyasi kısmı çok daha sorunlu.

Fransa’nın karın ağrısı daha Afrika’nın Avrupa tarafından giriş noktasında yani kuzeyinde başlıyor. ABD destekli Fransa burjuvazisi tarafından suni bir şekilde ayakta tutulan anakronik bir rejime sahip Fas’ı pas geçeceğim. Ne de olsa Hollywood’un Ortadoğu konulu yapımlarının çoğunu ağırlayan bir film seti. Kartondan refah ve hoşgörü dekorlarının, Fransız emeklilerinin ucuza ve ahlaki sınır gözetmeden tatil yapabildiği turizm cennetlerinin hemen arkasında derin bir yoksulluk ve ortaçağ yönetimi varlığını sürdürüyor. Az dinci ve çok dinci iki baskıcı rejim alternatifi arasında yaşama savaşı veren Tunus’la ilişkiler de kötü sayılmaz. Zurnanın detone olduğu yer ise Cezayir.

Cezayir’i Afrika’daki eski Fransız sömürgelerinden ayıran çok önemli bir özelliği var. Bağımsızlığını çok kanlı ve çetin bir savaş sonucu deyim yerindeyse söke söke alması. Bunun coğrafi yakınlık gibi bir çok nedeni var ama en önemlisi Fransa’nın Cezayir’i uzak ve sadece kaynakları için elde tuttuğu bir sömürgeden ziyade kalıcı bir vilayet gibi değerlendirerek denetimi elinde tuttuğu dönemde ciddi bir nüfus aktarmış olması. Unutmayalım ki, o nüfusun tamamına yakını bağımsızlıkla birlikte Fransa’ya geri dönmek zorunda kalmıştı. Cezayir’in kaybı Fransa’daki rejimi dahi tehlikeye düşürmüş, “Cezayir’i Araplara satan” dönemin Cumhurbaşkanı De Gaulle’e karşı bir askeri darbe girişimine bile yol açmıştı.  

Tarihçeyi bir yana bırakıp bugüne gelirsek, Cezayir’in Fransa’nın Afrika politikası bakımından bugün taşıdığı önemin görece yeni sayılabilecek ama ağırlığı giderek artan bir boyutu daha var. Terörle, adını tam koyalım, cihatçı terörle mücadele. Bu mücadelenin amacı ilk bakışta Fransa’yı terör saldırılarından korumak gibi görünse de esas mesele daha kapsamlı ve derin. Fransa’nın Sahel Bölgesindeki stratejik çıkarları. Bunun ayrıntılarına şu yazımda değinmiştim.

Sahel Bölgesindeki cihatçı terör hareketleri, bölgesel ayrılıkçı hareketlerle de harmanlanarak Sahel’de Fransa tarafından suni solunumla yaşatılan sığ yapılı devletlerin varlığını ve daha da önemlisi Fransa’nın uranyum başta olmak üzere bölgeden soğurduğu kaynakları tehlikeye sokuyor. Üstelik o piyasada şimdi yeni aktörler var: Çin, Rusya ve yardımcı rollerde oynasa da bayrağı Fethullahçıların bıraktıkları yerden alıp devam eden Akepe Türkiyesi. Yürütülen bu mücadelenin, bizim basınımızda da, de Batı basınında da çok değinilmeyen yönü geçen yüzyılın sonlarında cihatçı terörün ilk hedeflerinden bir olan Cezayir’in desteği. Bu desteğin konuyu yakından izleyenlerin gözüne mutlaka çarpmış olması gereken bir somut boyutu var. Sahel’deki savaşta Fransa’nın ayakta kalmasını sağlayan hava unsurunun kullanılması konusunda Cezayir’in geçen haftaya kadar sağlayageldiği hava sahası kullanım kolaylığı. İkinci ve en az birincisi kadar önemli olmasına karşın daha az dillendirilen boyut ise, istihbarat alanındaki işbirliği. Sahel’deki cihatçı yapılanmaların çoğunun elebaşları şu veya bu şekilde Cezayir bağlantılı.

Hiçbir dönemde sancısız olmayan Cezayir-Fransa ilişkileri geçen haftalarda yeni sıkışma dönemine daha girdi. İlk olarak Fransa, aralarında Cezayir’in de bulunduğu Kuzey Afrika ülkelerinin vatandaşlarına her yıl verdiği vize sayısında ciddi kısıtlamalara gideceğini açıklayınca çarşı karıştı. Cezayir’in Paris Büyükelçisi istişareler için geri çağrıldı. Suçlayıcı demeçler havada uçuştu. Ortam tam da sakinleşiyor derken bu kere Macron, sebebi ilk bakışta meçhul görünen bir çıkış yapıp Cezayirlilere Cezayir tarihi konusunda ders vermeye kalkınca film koptu ve Cezayir bundan böyle Sahel operasyonlarında hava sahasını kullandırmayacağını açıkladı. İstihbarî işbirliğinin akibeti konusunda ise açık kaynaklarda bir bilgiye rastlamadım ama işbirliğinin en azından bir süre kesintiye uğraması güçlü olasılık. 

Buna çok şaşırmayabiliriz. Zira yaşadığımız topraklarda bizi yönetme iddiasındakilerin ipe sapa gelmeyen ve maliyetini bütün halkın ödediği çıkışlar yapmasını kanıksamak zorunda kaldığımız bir gerçek. Bununla birlikte, Fransa’yı Descartes’ın ülkesi olarak bilip haklı olarak, “madem Sahel bağlamında Cezayir bu kadar önemli Macron neden böyle bir çıkış yaptı?” diye soracaklar için arkaplan bilgisi olarak şunu anımsatalım: Fransa’da seçim yaklaşıyor. Bundan altı ay önce kimsenin beklemediği bir şekilde, son dönemde piyasaya sürülen ve aşırı sağın bütün tezlerini hiçbir filtreye tabi tutma gereği duymadan savunan bir medya (maymunu demeyelim de) demagogu bir anda favori haline geldi. Üstelik Trump gibi servet sahibi filan da değil ama kampanyasına olmadık yerlerden mali katkı yağdığına dair iddialar var. Utanmaz bir faşist olarak nitelemenin yetersiz kalacağı bu adayın, Eric Zemmour’un, rejimin kadrolu faşisti kimliğindeki Marine Le Pen’le birlikte ikinci tura kalabilme ihtimali bile var. 

Hal böyle olunca 2022 yılının Nisan-Mayıs döneminde yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimi için Cumhurbaşkanı Macron da dahil bütün favori sayılan adaylar dört nala aşırı sağa doğru koşuyor. “Kayıp vilayet” Cezayir de hâlâ sağ seçmenin bir bölümü indinde makbul bir konu. İşin üzücü tarafı, Robespierre’in ülkesi Fransa’da artık gönül rahatlığıyla “solcu” diyebileceğimiz ve bu pespayeleşme sürecine set çekebilecek güçlü bir örgüt, hareket veya parti de yok. 

Görebildiğim, Fransa’nın başındaki bankacı çocuğun yeniden seçilme hırsıyla Sahel’deki mücadelede ciddi bir geri çekilmeye ve siyasi/mali kayba yol açabilecek hatalar yapmasının mümkün olduğu. Burada kendisiyle birlikte halkları ve dünyayı da batırmaya niyetli sermayenin rüzgârında gelişigüzel salınan, salındıkça da örneğin Afrika’da kaybedeceklerini, başka bir bölgede geri almak için ABD’nin de tam desteğiyle büyük bir olasılıkla yanı başımızda daha da saldırganlaşacak bir Fransa’dan söz ediyoruz. Kimileri Transatlantik diye adlandırsa da bana göre Titanik İttifakı’nın başaltı üyesinden. 

Sözün özü, içerde yaşadığımız sıkıntıların kendiliğinden azalacağına dair bir işaret olmadığı gibi sınırlarımızın ötesinden de olumlu sinyaller gelmiyor.
 
Peki, ufuklarımız her geçen gün bu alacakaranlığa gömülürken biz, tespih yordamıyla yolunu bulmaya çalışan bir zihniyetin pençesinden kurtulmak için “ilk seçimleri” bekleyenlerle mi yoksa halka yalan söylemek suçtur diyenlerle mi yürüyeceğiz?