Bugün Türkiye toplumu planlı programlı bir şekilde sürüleştirilmek, ahlaksızlaştırılmak isteniyor ve bunda da hayli yol alınmış durumda.

Çürüme, çöküş, ahlak, adalet

Hazine ve Maliye Bakanlığı verilerine göre, Şubat ayı itibariyle Türkiye’de vatandaşların kredi kartı borç tutarı yaklaşık 148 milyar liraya, tüketici kredisi borcu ise 680 milyar liraya ulaşmış durumda.

Aynı verilere göre, kredi ve kredi kartı borcu olanların sayısı 2015 yılında 24 milyon kişiyken bu sayı 2020’ye gelindiğinde 10 milyon artmış ve 34 milyon kişi olmuş, yani şu an nüfusun yarısının bankalara borcu var.   

Borç asla sadece borçtan ibaret değildir. İster devletlere, ister kurumlara, ister kişilere ait olsun, borç beraberinde her zaman belirli ilişkiler getirir ve buna politik ilişkiler de dâhildir. Borç alan borç aldığına tabi hale gelir, onun çizdiği sınırlar içerisinde hareket etmek zorunda kalır, eli kolu bağlanmıştır, çaresizdir. 

Salgın boyunca ve özellikle damat bakan döneminde izlenen yöntem vatandaşa doğrudan gelir desteği vermek yerine onu borçlandırmak oldu. Faizlerin görece düşük olmasının etkisiyle kısmen ucuz kredi verildi ve gemi biraz da böyle yüzdürülmeye çalışıldı. Dolayısıyla, zaten ancak borçlanarak yaşayabilen Türkiye toplumu, salgın sürecinde işçisiyle, köylüsüyle, memuruyla, esnafıyla, çaresizlikten ve bütünüyle borç bağımlısı haline geldi.  

Borçlandırma elbette ki bir iktidar teknolojisi, bir yönetme biçimiydi. Borçlanan kitlelerin borçlarını ödeyebilmek için her şeye razı olacağı, örneğin işsizlik korkusuyla düşük ücretlere, hak gasplarına karşı çıkmayacağı, hem kendilerinin hem de memleketin başına gelenlere sesini çıkarmayacağı, sesini yükseltmeyeceği hesaplanıyordu. Ezcümle borç bir tür görünmez pranga haline getirildi ve halkın ayaklarına takıldı. 

Salgın sürecinde halkın ayaklarına borç prangası takılırken adı konulmamış/ilan edilmemiş olağanüstü hal idaresi de yürürlüğe sokuldu. Salgın yönetimi, kimin siyasi faaliyet yapabileceğinden hangi mekânların açık ya da kapalı olabileceğine, içki satışından grev yasaklarına uzanan bir genişlikte rejim inşasına ivme kazandırmak için kullanıldı, toplumsal yaşam hızla dinselleştirilirken çalışma hayatı adeta köleci bir niteliğe kavuşturuldu. 

Tüm bunlar yapılırken ise iktidara mensup olmanın bir imtiyaz haline getirilmesi sağlandı. Sokaktaki yurttaşa maskesi burnunun altına indi diye ceza kesilirken, iktidar açılışlar, mitingler yaptı, Ankara’ya otobüs otobüs insan taşıdı, tıklım tıklım salonlarda kongrelerini yaptı. 

O otobüslere binip Ankara’ya gelmek, hep bir ağızdan marşlar söylemek, slogan atmak, lideri görmek üzerinden sıradan insanlarda bir imtiyazlılık hissi yaratıldı. Yukarıda birileri iktidar partisine mensup olmaktan kaynaklı güçleri ve siyasi ilişkileri nedeniyle lüks arabalarda burunlarına pudra şekeri çekerken, ay sonunu getiremeyen, kirasını ödeyemeyen, çocuğuna okul harçlığı veremeyen daha alttakiler ise parti kongrelerinde bayrak sallayarak kendilerini güçle özdeşleştiriyor, güçlü olmaya, zengin olmaya, muktedir olmaya dair fantezilerini böyle tatmin ediyorlardı. Bu ise suç ortaklığına teşvikten başka bir şey değildi aslında.   

Borçlandırma nasıl ki bir yönetme teknolojisiyse imtiyazlılık hissi üzerinden yaratılan suç ortaklığı da öyledir. Kendinizi güçle özdeşleştirdiğinizde hakikatten kopar ve fantezi evrenine dâhil olursunuz. O evrende lidere tapmaya, hikmetinden sual etmemeye, her dediğine inanmaya başlarsınız. Olan bitene gözünüzü kapadıkça ortaklığınız da artar. Suç ortaklığı beraberinde beklentileri de getirir. Yaratılan ranttan nihayetinde size de bir pay düşecektir. Bu bazen torpille işe girme olur, bazen bir yardım kolisi ya da kömür çuvalı. 

Kuşkusuz daha yüksek beklentiler de vardır. İhaleler, komisyonlar, rüşvetler, iş takipçiliği, aracılık vs. Bunlardan birini gerçekleştirmek ve kısa yoldan köşeyi dönmek en yaygın hayaldir. İktidar partisinde siyaset en tepeden en aşağıya uzanacak şekilde böyle işler. Tepede kamu ihalelerinin rejimin fonlanması için kullanılması varsa altta da parti teşkilatında, belediyede, şurada burada rant kovalama vardır. 

Bugün Türkiye toplumu planlı programlı bir şekilde sürüleştirilmek, ahlaksızlaştırılmak isteniyor ve bunda da hayli yol alınmış durumda. İşsizlik, açlık, yoksulluk, borçluluk bir sopa, suç ortaklığı ise bir havuç olarak kullanılıyor. Bir çürüme ve çöküş döneminin tam ortasındayız. 

Kürşad Ayvatoğlu bu çürüme ve çöküş döneminin bir sembolüdür elbette ama henüz böylesine bir netlikle ifşa olmayan şeyler düşünüldüğünde onunkisi buzdağının görünen ve küçücük bir kısmı olabilir ancak. Dört beş yönetim kurulundan dört beş maaş alanların, devasa kamu ihalelerinin, uçsuz bucaksız belediye rantlarının yanında Ayvatoğlu’nun burnuna çektiği pudra şekerinin esamisi dahi okunmaz ve esas bakılması gereken yer Ayvatoğlu’nun ötesidir şüphesiz.  

Çürümenin böylesine yaygınlaştığı, çöküşün böylesine derinleştiği bir yerde toplumdan, yurttaştan, halktan söz etmek ise mümkün değildir. Orada olsa olsa şekilsiz, çözülmüş, pelteleşmiş bir kalabalık vardır. 

Bu çürümeden çıkış için, toplumun da yurttaşlığın da halkın da yeniden inşası gerekir ve bunu yapacak olan yine toplumun, yurttaşın, halkın ta kendisidir. 

Buradan bir “unutuş sözleşmesi” ile ya da “devri sabık yaratmayacağız” diyerek çıkamayız. Eğer kendimizi hem tek tek bireyler hem de toplum olarak yeniden inşa edeceksek, çürümenin bize sirayet eden kısımlarından kurtulacaksak, ihtiyacımız olan şey unutmak ya da hesap sormamak değil; aksine hiç unutmayan, her şeyi hatırlayan bir toplumsal bellek ve bununla bağlantılı bir adalet ve ahlak arayışıdır. 

Bu arayış hem kişisel hem toplumsal düzlemde çürümeden kurtulmanın biricik yoludur. Ancak böylesi bir arayış etrafında bir araya gelebilir ve hem kendimizi hem de başkalarını karşılıklı olarak değiştirebilir ve dönüştürebiliriz. Ancak bu şekilde siyasetin öznesi haline gelebilir ve bir kolektif irade inşa edebiliriz.   

Bizi buradan çıkaracak olan yapay bir uzlaşma ve kucaklaşma değil adalettir, adalet arayışı ise asla soyut olamaz. Dinciliğin ve piyasacılığın korkunç birlikteliği bu ülkeyi ve bu toplumu bu noktaya getirdiyse, somut olarak karşımıza almamız ve hesaplaşmamız gereken de tam olarak bu ikisi ve bunun uygulayıcılarıdır. 

Yeni olanı, yeni bir yurttaşı ve yeni bir toplumu ancak bu şekilde, bir adalet ve ahlak fikriyle, bu fikrin peşinden gitmekle inşa etmemiz mümkün olabilecektir çünkü. Helallik isteyen ya da meseleleri vicdanlara havale eden değil, hesaplaşmayı “öbür taraf”a bırakmayan seküler bir adalet anlayışı ve seküler bir ahlaktır sözünü ettiğim. 

Bugün gelinen noktada, bu çürüme tablosunun karşısında, politik mücadeleyle etik mücadele hiç olmadığı kadar iç içe geçmiş durumdadır. Bu çürüme ve çöküşe karşı durmak ve bu yıkımdan yeni bir ülkeyi, yeni bir toplumu ve yeni bir insanı inşa etmeye girişmek, her şeyden önce etik-politik bir tutum almayı gerektirir ve bu etik-politik tutumun adı da sosyalizmdir.  

Bugün sadece sosyalizm geçmişi unutmayan, kendini bugünde kuran ve geleceği arayan bir adalet ve ahlak fikrinin taşıyıcısı olabilir ve bu fikir güçlendikçe umut da büyüyecek, güçlenecektir.