ÇHC-Tayvan ilişkilerinin karmaşık yönleri var. Örnekse Tayvan’da Çin’e yakın duran, geniş tabana sahip siyasi güçler mevcut. Bir anlamda adanın Çin’e çatışmasız katılma olasılığı da bulunuyor.

Avrupa’nın Çin macerası

Bundan bir ay kadar önce yazdığım bir yazıyı özellikle uzay temalı bilimkurgu filmlerinden aşina olduğumuz “Komutanım bir cisim yaklaşıyor” cümlesiyle bitirmiştim. Türkiye’de “bu seçim o seçim değil!” gibi garip bir sloganla anılmaya başlayan seçim yaklaşırken dünyanın bir bölümü işte o yaklaşan cisimle ilgileniyor bir süredir.

Dünya düzeninde değişiklikler yaşandığı açık. ABD hegemonyası gerilerken Çin Halk Cumhuriyeti ekonomik alandaki ağırlığını yavaş ama emin adımlarla uluslararası diplomasi sahnesinde de hissettiriyor. Yakın bir zamana dek, “bunlar arı gibi çalışır ama pek etliye sütlüye karışmaz” denilen Çinliler diplomatik masalarda giderek daha çok konuşur, konuşulur ve dinlenir hale geldiler.

Çin benim gibi Batı odaklı eğitim almış, Akdeniz kültürüne ait bireyler için anlaşılması güç bir ülke. Tarihsel gelişim süreci, kültürü farklı. En önemlisi Çin hakkında ne okursam okuyayım öğrenebileceklerim yazanın tercüme yeteneğiyle sınırlı kalıyor. Bir ara kimi dostların “Çin’i anlamak için şart” mealindeki önerileri üzerine Konfüçyüs okumaya çalıştım. Sonuçta kitaplar bana ben kitaplara bakmış oldum.

Güncele dönelim. Çin Komünist Partisi’nin son kongresinde liderliğini sağlama alan Şi Jinping geçen ay Moskova’ya gittiğinde ziyaretin, özelde Rusya-Ukrayna savaşı, genelde ise Batı’ya karşı olası bir ÇHC-Rusya ittifakı bağlamında ne gibi sonuçlar vereceği tartışıldı. Çin’in önerdiği barış planı başta Ukrayna yönetimi olmak üzere Dinyeper’in batısındaki dünya kesitinde pek olumlu yankı bulmadı ama ÇHC’nin Batı karşısında Moskova’ya yakın durmaya devam edeceği anlaşıldı. Bu yakın durmanın somut askeri desteğe dönüşüp dönüşmeyeceği ise hâlâ çok net değil.

Çin’in bir Tayvan meselesi var. Devrim sırasında Çin’den kopmuş ve çok basitleştirirsek ABD’nin Çin denizindeki üssüne dönüşmüş bir ada devleti. Birleşmiş Milletler’e üye değil, devletlerin ezici çoğunluğu tarafından resmen tanınmıyor ancak neredeyse bütün devletlerle bir şekilde ticari, kültürel hatta gayrı resmî de olsa siyasi ilişkisi mevcut. Tayvan’ın güçlü bir ekonomisi, ÇHC ile karşılaştırılması mümkün olmasa da kayda değer askeri gücü var. ÇHC günün birinde Tayvan’ın Anavatan topraklarına katılacağı şeklindeki görüşünü her ortamda açıkça ifade ediyor. ABD ise hem siyasi hem de askeri olarak bunun gerçekleşmemesi için elinden geleni ardına koymuyor.

ÇHC-Tayvan ilişkilerinin karmaşık yönleri var. Örnekse Tayvan’da Çin’e yakın duran, geniş tabana sahip siyasi güçler mevcut. Bir anlamda adanın Çin’e çatışmasız katılma olasılığı da bulunuyor. ÇHC Tayvan’ın ABD ile yakınlaşmasına dair her adıma bir şekilde karşılık vermekten geri durmuyor. Nitekim Tayvan liderinin geçen hafta yaptığı ABD ziyareti, bu ziyarette ABD Temsilciler Meclisi Başkanı’yla görüşmesine de benzer bir cevap geldi. Çin Halk Kurtuluş Ordusu (ÇHKO) ada çevresinde kapsamlı bir askeri gövde gösterisi gerçekleştirdi.

Tayvan sorunu ÇHC-ABD itişmesinde sıcak bir odak olmaya devam edecek mutlaka ama biz yine diplomasi cephesine dönelim. 14 ay önce başlayan Ukrayna krizi sonrasında Washinton-Londra ekseninin Rusya’yı dünyadan yalıtma, bir tür ekonomik ve politik parya haline getirme planı Avrupa bağlamında başarılı olmuş gibi görünüyordu. Bir süre ayak direyen AB liderleri deyim yerindeyse ağlaya ağlaya Kuzey Atlantik bayrak töreni için sıraya girdiler. Girdiler ama bir gözleri de hep dışarıda kaldı. Özellikle Almanya ve Fransa bu yeni “düzenin” kendi sermayeleri için pek de hayırlı sonuçlar vermeyeceğinin farkındaydılar. Bu arada yalıtım politikasının önce ÇHC’nin sonra da Hindistan’ın tutumları sebebiyle küresel ölçekte benimsenmemesi de Paris ve Berlin’in ABD’den özerk hareket edebilme umutlarını canlı tutmuştu.

Çin’i Rusya konusunda hizaya sokmanın da ABD’nin küresel hegemonya mücadelesinde ÇHC’yi doğrudan hedef alarak sindirmesinin, denklemden çıkartmasının da mümkün olmadığını ilk hisseden Almanya oldu. Almanya Başbakanı Scholz AB içinde ABD yörüngesinde bir dış politikaya hapsedilme sancıları yaşanırken kimseye sormadan geçen yıl Kasım ayında Çin’in yolunu tuttu. SDP’li Scholz’un ziyareti, ABD’nin Avrupa temsilciliğini üstlenmiş görünen koalisyon ortağı Yeşiller tarafından kadar, AB içinde de eleştiri konusu yapıldı. Ziyareti birlikte gerçekleştirmek isteyen Macron’un da fena halde alındığı yazılıp çizildi. Alman sermayesinin önde gelen temsilcilerinden oluşan bir heyetle Pekin’e giden Scholz bir anlamda “mevzubahis kârsa gerisi teferruattır” deyip Paris, Brüksel ve Berlin’deki ortaklarından yükselen yakınmaları kulak arkası etti.

Aradan sadece beş ay geçti. Bir de ne görelim? Kasım ayında AB Komisyonu’nun başındaki atanamamış Pentagon generali Ursula von der Leyen’le ağız birliği ederek Scholz’u eleştiren Macron soluğu Çin’de almış. Yanında da tankı topu olsa ilk fırsatta soluğu Moskova önlerinde alacak von der Leyen Paşa!

Hakkını vermek gerek, ordusuz “General” von der Leyen Washinton’un Brüksel’deki sadık muhatabı görevini layıkıyla yerine getirmiş. Von der Leyen, Şi Jinping’le yaptığı başbaşa görüşme sonrasında basına tek başına verdiği demeçte “Çin’i Rusya’ya silah tedarik etmemesi ve böylesi bir eylemin AB ile Çin arasındaki ilişkilere ciddi zarar vereceği konusunda uyardığını” söylemiş.

Kendi ülkesinde mali sermayenin taleplerini polis şiddetiyle Fransız emekçilerine dayatma gayreti süren Macron Şi Jinping’e neler söylemiş acaba diye merak ediyorsanız basından derlediklerimi özetleyeyim: “Macron, Çin’in Fransa ve Avrupa’nın bağımsızlığına, dayanışmasına ve birliğine verdiği desteği takdirle karşıladığını söyledi. Egemenlik ve toprak bütünlüğü gibi temel çıkarlara ilişkin hususlarda karşılıklı saygı konusunda Çin’le mutabık olduklarına işaret eden Macron, iki ülke arasında teknoloji, sanayi ve yapay zekâ teknolojisi alanlarındaki iş birliğini artırmayı...arzuladıklarını kaydetti. Macron, Fransa’nın Ukrayna krizinin siyasi yolla çözülmesi için tarafların makul taleplerinin göz önünde bulundurulması gerektiğine katıldığını belirtti.”

Sıradan sayılabilecek bu “minnoş” açıklamaların arka planında ne olduğunu merak ederseniz ise “Macron, Çin, Airbus” sözcüklerini internette birlikte aratmanız yeterli. Karşınıza çıkacak bilgi ise mealen şöyle1: “Avrupalı uçak üreticisi Airbus Çin’deki tesisine yeni bir montaj bandı ekleyerek üretim kapasitesini iki katına çıkartacağını açıkladı. Bu arada Pekin’in Airbus’tan 160 yolcu uçağı satın alınmasına onay verdiği bildirildi.” Bu bilgiyi yorumlarken bir hususu akılda tutmakta yarar var. Dünyada iki büyük yolcu uçağı üreticisi var. Biri ABD’deki Boeing, diğeri çoğunluk hissesi kâğıt üzerinde AB’ye ait görünse de aslında Fransa ve Almanya’ya ait olan Airbus. Başka bir deyişle Macron, tıpkı beş ay önce Pekin’e gittiği için küstüğü Scholz gibi Çin’in kapısını çalmayı temsil ettiği sermayenin çıkarları bakımından daha uygun görmüş.

Bu tabloya bakınca von der Leyen’in Çin’e Rusya konusunda yaptığı uyarının ciddiyetine dair soru işaretleri bulunduğu anlaşılmış olsa gerek. AB liberal olmayan Rusya ve Çin’e karşı ABD-Birleşik Krallık ekseninin yanında ama AB’nin iki lider ülkesinin yöneticileri Pekin’de ticari sözleşmeler imzalamakla meşgul.

Fellini’nin bir filminin ismi geliyor bunları izlerken aklıma: “E la nave va”2. Görünen o ki, Çin’in diplomasi gemisi yoluna devam ediyor.