Suudi Arabistan’ın İran’la barışmaya yönelik adımlar atması çok ciddiye alınmayabilirdi. Şayet bu yakınlaşma girişimi Çin Halk Cumhuriyeti'nin arabuluculuğuyla gerçekleşmemiş olsaydı.

Nerede o eski dünya?

Dünyanın bin türlü hali var. Bu sözü beklenmedik birçok şey yaşanabilir diye anlayabilirsiniz. Dünyanın hallerinden söz ettiğimizde birden çok alana işaret ediyor olabiliriz. Bu doğal afetler de olabilir, insanların ya da insanların icadı olan  sınıfların ve devletlerin kendi içlerinde veya birbirleriyle yaşadıkları sorunlar da.  

Benim gibi diplomat eskilerinin üzerinde daha çok durdukları, bir şeyler bilme iddiası taşıdıkları ve yorumlamaya çalıştıkları alan işte bu sonuncusudur. 

Birleşmiş Milletler’e üye devlet sayısı şu an için 193. Herhangi bir zaman kesitinde devletlerarası düzeyde yaşanan  kriz, gerginlik ve savaşları alt alta koyup sıraladığınızda neredeyse devlet sayısına ulaşmakta zorlanmazsınız. Bu krizler kimi zaman belirli bölgelerde yoğunlaşır kimi zaman da başka bölgelerde. Bununla birlikte krizin kronik bir hal aldığı bölgeler de vardır.

Türkiye’nin de coğrafi anlamda ucundan dahil olduğu, jeopolitik anlamda ise bazen göbeğinde bazen uzağında bulunabildiği Ortadoğu bunalımın, gerginliğin, savaşın kronik nitelik taşıdığı bölgelerden biridir hiç kuşkusuz.

Ortadoğu’nun sorunu daha adından başlıyor. Neyin ortası, hangi doğu, kime göre? Terimin kökenine dair rivayet muhtelif. Dünyanın klasik anlamda en gelişmiş sömürge gücü olan Birleşik Krallık diyen kaynaklar var. Buna göre Britanya İmparatorluğu’nun uzun yıllar boyunca Doğu yarımküredeki siyasetini belirleyen en önemli kurum olarak öne çıkan Hindistan Ofisi (India Office) kökenli bir tanımlama Ortadoğu. Kimi kaynaklara göre ise ABD’li bir stratejist 1902 yılında Arabistan Yarımadası ile Hindistan arasındaki bölgeyi tanımlamak için kullanmış bu nitelemeyi. Hangi iddianın geçerli olduğu çok önemli değil ancak kesin olan bu adlandırmanın kendisini Batı’da tanımlayanlara ait olduğu.

Özetlersek şöyle diyor geçen yüzyılda ve öncesinde dünyaya hâkim olanlar: “Biz Batı’dayız, sıfır numaralı meridyen bizde, siz de Doğu’da, Ortadoğu’da, Uzakdoğu’da” vs. Bir de Yakın Doğu meselesi var ama girmeyelim şimdi ona.

Biz ne diyorduk? Ortadoğu’da kriz eksik olmuyor. Bölgenin büyük ülkeleri var. Toprak büyüklüğü, din ve kültürel arka plan, nüfusun kalabalıklığı, askeri güç gibi etkenlerle belirlenen bir büyüklük tanımı. Türkiye’yi dışarıda bırakırsak bir çırpıda sayacağınız dört ülke var bu tanım altında toplanabilecek. Mısır, İran, Suudi Arabistan ve İsrail. Bu ülkelerin ortak ve farklı özellikleri bulunuyor. S. Arabistan, Mısır ve İran’ın bölgesel liderlik iddiaları mevcut. İsrail’in iddiası ise bölgedeki tek “medeni’ ve “demokratik” ülke olması. Bu iddianın da giderek daha gülünç hale geldiği ancak İsrailli faşist yobazların döktüğü kan sebebiyle gülecek durumda olmadığımız bir başka olgu. Şunu kesinlikle söyleyebiliriz ama: İsrail’in bölgede liderlik iddiası yok. Başka bir bölge ülkesinden resmi ziyaret gerçeklemesinin veya ülkenin ticari havayolunun komşu bir ülkenin hava sahasından geçebilmesinin bir büyük diplomatik sıçrama sayıldığı bir ortamda liderlikten söz edilemez. 

İran ile Suudi Arabistan arasındaki liderlik kavgası yeni bir olgu değil. Şah rejimi zamanında da daha öncesinde de bu çekişmenin var olduğu biliyoruz. Bu çekişmenin dinsel, mezhepsel ve genel anlamıyla derin tarihsel sebepleri var. Bir başka deyişle iki ülkeyi yönetenlerin birbirlerini boğazlama arzusu bildiğimiz anlamıyla “emperyalizm” olgusunun henüz var olmadığı dönemlere kadar da uzatılabilir.

Elbette son dönemde yaşanan ikili sorunlarda emperyalizmin belirleyici etkisini göz ardı edemiyoruz. Suudi Krallığı zaten emperyalizmin desteğiyle kurulmuş, serpilmiş ve onun çıkarlarına hizmet ettiği sürece ayakta kalmasına izin verilecek çağdışı bir oligarşi niteliği taşıyor. İran ise Şah döneminde benzer bir emperyalist denetim altında tutulmasına karşın tarihsel anlamda çok daha köklü bir devlet görüntüsündeydi. Mollaların İran’ı ise emperyalizm bakımından ciddi bir baş ağrısı olduğu görüntüsü veriyor. Bununla birlikte Mollaların antiemperyalist bir hedefleri filan yok. Yıllardır Batı’ya “bizi tanısanız seversiniz aslında” mesajları vermekle meşguller zira hırsız yöneticilerin kadın-erkek İran emekçilerini sırtından sürdürdükleri mağara medeniyetini ayakta tutabilmek için daha çok sermayeye ihtiyaçları var.

Biz Türkiye’de gerçekten çok acı ve çok ciddi meselelerimizle meşgulken İran ve Suudi Arabistan arasındaki ilişkilerde bu hafta ilgi çekici bir gelişme yaşandı. Bu süreçte, iki ülkenin uzun yıllardır kapalı tuttukları diplomatik temsilciliklerini yeniden açma kararı alındığı gibi, Riyad ve Tahran’ın yine uzun süredir Yemen topraklarında sürdürdükleri dolaylı savaşı bitirmek için görüşmelere başlamaları kararlaştırıldı.

Anadolu halkının bir zamanlar uğruna türkü yakmak zorunda bırakıldığı Yemen biz de dahil bütün Dünya kamuoyunun ilgisiz bakışları altında 2014’ten beri kelimenin her anlamıyla yanıyor. Ukrayna’da yaşanan insani trajedileri sabah akşam konuşan  ikiyüzlü “medeniyet” nedense İran füzeleri, İHA’ları, SİHA’ları, ABD uçakları, bombaları, Fransız topları, tüfekleri marifetiyle ile katledilen, kolera dahil bin bir çeşit salgınla uğraşan Yemen halkının yaşadıkları görmezden gelmeyi başarıyor. Belki yeterince “Beyaz” olmadıklarından, belki de “Doğu’da” daha kötüsü Ortadoğu’da bulunduklarından.

Ortadoğu’yu sürekli takip edenlerde ister istemez gelişen reflekslerden biri böyle bir gelişmeye bakıp “Aman bunlar bugün böyle derler, yarın yine bozuşurlar!” diyerek kafayı başka yere çevirmektir. Bu reflekste genel olarak haklılık payı bulunmakla birlikte sanırım bu kez dikkatle bakmamız gereken bir farklılık var.

Rusya’nın Ukrayna’ya karşı açtığı savaş sonrasında yaşanan ilginç gelişmelerden biri, bu savaşı Rusya’yı dünyadan siyasi ve ekonomik anlamda yalıtmak için uygun bir fırsat olarak gören Washington ve Londra’daki “zeki” çocukların beklentisinin aksine bir zamanlar üçüncü dünya olarak tanımladığımız dünyanın geri kalanının önde gelen ülkelerinin “bizi bu işe karıştırmayın” diye özetlenebilecek bir tepki vermeleriydi. Açıkçası benim en çok şaşırdığım Ortadoğu’da başta S.Arabistan olmak üzere birçok emirlik, sultanlık filan gibi Washington bakımından “çantada keklik” kabul edilen ülkelerin de bu kervana katılarak görece özerk bir çizgiyi benimsemeleriydi.

Bu konuda çok analiz yapıldı. Aralarında Akepe Türkiyesi’nin de bulunduğu benzer nitelikte birçok ülkenin ABD’nin küresel hâkimiyetindeki erozyonu fırsat bilerek hareket alanlarını genişlettikleri yazılıp çizildi. Suudi Arabistan’ın daha birkaç yıl önce İsrail’le yakınlaşma planına onay vermesi (İbrahim Anlaşmaları), çok yakın zamanda hava sahasını İsrail’in ticari uçuşlarına açması örnek gösterilerek “Onu da yapıyor bunu da. Çok da önemli değil” denildi.

Yavaştan alıyor da olsa, Suudi Krallığı’nın Batı İttifakı’nın bütün itirazlarına rağmen Suriye’yi yeniden “Arap Birliği” çatısına kabul etme konusunda izlediği politika belki Suud aklının İsrail’i çok da rahat ettirmemek için ayakları üzerinde ve bölünmemiş bir Suriye’ye ihtiyaç bulunduğunu hissetmiş olmasıyla açıklanabilir. 

Suudi Arabistan’ın İran’la barışmaya yönelik adımlar atması da yukarıda belirttiğim gibi “Dünyanın özellikle de Ortadoğu’nun bin türlü hali var” diyerek çok ciddiye alınmayabilir. Ya da alınmayabilirdi şayet bu yakınlaşma girişimi Çin Halk Cumhuriyeti’nin arabuluculuğuyla gerçekleşmemiş ve taraflar Beijing’te bir araya gelmemiş olsaydı! 

Dış politikada falcılık olmayacak iş. Dünya düzeninin de bir günde altüst olması beklenemez. Ancak bu gelişmeler bakarak şunu da söylemek zorundayız: “Kaptan, bir cisim yaklaşıyor!”.