Fatih Yaşlı 27 Mayıs'ın yıldönümünde 19 Mayıs'tan 27 Mayıs'a gelen süreci yazdı.

19 Mayıs’tan 27 Mayıs’a, Vahdeddin’den Menderes’e

Mustafa Kemal ve Vahdeddin 

Mustafa Kemal imgesi siyasal İslamcılar için daha düne kadar “mutlak kötü”yü, “Deccal”i, “şeytan”ı temsil ediyordu. Resmi söylemde her zaman bu açıklıkla ifade edilmese de, siyasal İslamcı mitoloji için o Osmanlı’yı yıkan, hilafeti ilga eden, şeriatı hükümsüz kılan, Türkiye’yi İslam âleminden koparıp batılılaşma yoluna sokan, Medeni Kanun’u, Tevhid-i Tedrisat’ı, laikliği getiren, “harf inkılabıyla milleti bir gecede cahil bırakan” kişiydi! 

Bu anlatı son birkaç yılda değişti, dönüştü. Mustafa Kemal imgesi, yeni rejimin yeni tarih anlatısına uygun bir karaktere büründürülmek ve İslami söylemin içerisine bu yeni karakteriyle yerleştirilmek istendi. Tarihi gerçeklerden uzak, tarihsel bağlamından kopuk, sadece savaş kazanmış bir komutana, yani bir “kurtarıcı”ya indirgenmiş, düşüncelerinden, icraatlarından ve radikalliğinden arındırılmış, ehlileştirilmiş ve yeni rejim açısından işlevli hale getirildiğine inanılan yeni bir Mustafa Kemal’di bu.   

Bu dönüşümün ve söylem değişikliğinin yansıdığı alanlardan biri, geçtiğimiz günlerde hepimizin tanıklık ettiği üzere, 19 Mayıs ve Milli Mücadele oldu. Siyasal İslamcıların Dün “İngilizlerin adamı” dedikleri Mustafa Kemal, bugün birden bire “Vahdeddin’in adamı” oluverdi. Aslında Mustafa Kemal’i Samsun’a Milli Mücadele’yi örgütlemesi için Vahdeddin göndermişti, Vahdeddin İngilizlerin baskısı nedeniyle Mustafa Kemal’e karşıymış gibi yapmış, onu görevden almış, idam fermanını imzalamıştı ama el altından onunla bağlantısını sürdürmüş, destek vermeye devam etmişti. Velhasıl, Milli Mücadele’nin asıl mimarı Vahdeddin’di, o olmazsa Milli Mücadele de olmazdı. 

Kuşkusuz bu yeni tarih yazımının ve anlatının bir boyutunda Mustafa Kemal’i itibarsızlaştırmaya, onun Milli Mücadele’deki rolünü ikincilleştirmeye, hatta kendisini ülkeyi kurtarması için vazifelendiren padişaha ihanet etmiş bir “hain” olarak göstermeye çalışan bir çaba var hala daha. Minnet duygularını Mustafa Kemal’e değil de Vahdettin’e ileten, 19 Mayıs’ı Mustafa Kemal’le değil de Vahdeddin’le özdeşleştirme peşinde koşan açıklamalarda, anmalarda görebiliyoruz bunu. 

Ancak tüm bu tarihi yeniden yazma meselesinde esas boyutu en azından şu an için bu değil, Mustafa Kemal’in bir “Osmanlı paşası” olarak resmedilmesi oluşturuyor. Buradan hareketle Osmanlı ile Cumhuriyet arasında bir süreklilik ilişkisi tesis edilmeye, Cumhuriyet’in Osmanlı zihniyet dünyasından esaslı bir kopuş olduğu gerçeğinin üzeri örtülmeye, Mustafa Kemal’in ve Cumhuriyet’in dine, din-siyaset ilişkisine, laikliğe bakışı ve bu bakışın radikalizmi törpülenmeye, ortadan kaldırılmaya çalışılıyor.

Peki niye? Çünkü rejim inşa eden bir parti de olsa AKP Cumhuriyet’le cepheden bir hesaplaşmayı, Atatürk imgesini doğrudan karşısına almayı, resmi bir “dekemalizasyonu” ve rejim değişikliğini adını koyarak gerçekleştirmeyi göze alamıyor. Çünkü cumhuriyetçi kitlelerin radikalleşmesini tehlikeli buluyor, bu kitlelerin aktif desteğini hiçbir zaman alamayacağını bilse de, onları pasif bir pozisyonda tutmak ve buradan politikleşmelerini engellemek adına bu yeni Mustafa Kemal imgesine ihtiyaç duyuyor. 

Bunun da ötesinde, Türkiye’de Atatürk’le ve Cumhuriyet’le açıktan kavga eden bir pozisyon üzerinden hegemonya kurulamayacağı, rejim değişikliğinin gerçekleştirilemeyeceği fark edilmiş durumda. Rejimin hegemonyasını tesis edecek araçlar (demokrasi, Avrupa birliği, refah artışı vb.) işlemez hale geldikçe, “beka” söylemiyle birlikte yeni bir Mustafa Kemal imgesi yaratılmış ve bu imge “ikinci kurtuluş savaşı”, “yedi düvele karşı savaş” söyleminin içerisine monte edilmiş durumda. Günümüzün “yetmez ama evetçileri”nin yani Feyzioğlu ya da Perinçek gibi figürlerin desteği de bu monte etme işlemini kolaylaştırma görevini üstlenme rolüyle tablodaki yerlerini almış bulunuyorlar.  

Velhasıl, “Milli Mücadeleyi örgütleyen Vahdeddin” de, “Osmanlı paşası Mustafa Kemal” de, yeni rejimin yeni resmi tarih yazımının bir parçası ve yaratılmış imgeler olarak, güncel siyaset açısından işlevleri yeniden tanımlanmış bir şekilde karşımızda duruyorlar 2020 Türkiye’sinde. 

14 Mayıs ve 27 Mayıs 

Tarihi yeniden yazma ve tarihsel figürleri bugün açısından işlevsel kılma Vahdeddin’le ya da Atatürk’le sınırlı değil kuşkusuz. Örneğin, bu yazının yayınlanacağı gün olan 27 Mayıs vesilesiyle bir kez daha gündeme geleceği ve tartışılacağı için üzerinde duracağımız başka bir figür, yani Menderes için de aynısı söz konusu. 

Tarihsel bağlamından kopararak baktığınızda, 14 Mayıs 1950’yi bir “demokratik devrim”, 27 Mayıs 1960’ı ise “anti-demokratik bir darbe” olarak görebilirsiniz. Ne de olsa 14 Mayıs 1950’de 27 yıllık tek parti iktidarının sonuna gelinmiş, 27 Mayıs 1960’ta ise seçimle işbaşına gelmiş bir iktidar askerler tarafından devrilmiştir. 

Oysa tarihsel hadiseler tarihsel bağlamından koparılıp tikelleştirildiğinde anlaşılamazlar. On yıllık Menderes iktidarının tarihi, NATO üyeliği uğruna gencecik hayatların Kore’de ABD’ye satışından tutun da 6-7 Eylül yağma ve talanına, gazetecileri hapse atmaktan, gazeteleri kapatmaktan tutun da seçim yasasında yapılan değişikliklerle sonsuza kadar iktidarda kalmayı hesaplamaya, katıksız bir Amerikancılıktan tutun da katıksız bir sol düşmanlığına, Vatan Cephesi’nden tutun da Tahkikat Komisyonları’na uzanan on yıllık bir despotizmin tarihidir.   

27 Mayıs ise bir askeri darbe olmasına rağmen, getirmiş olduğu 1961 Anayasası Türkiye’nin gelmiş geçmiş en demokratik anayasasıdır. Bu anayasa sadece siyasi hak ve özgürlükleri değil, sosyal hak ve özgürlükleri de garanti altına almış, grev ve toplu sözleşmeyi anayasal bir hak haline getirmiş, sosyal adaleti, kalkınmayı ve planlamayı ekonominin temeline yerleştirmiş, devletin görevi olarak görmüştür. Hem 12 Martçıların hem 12 Eylülcülerin 1961 Anayasasına düşman olmaları nedensiz değildir; Türkiye yönetici sınıfı toplumsal mobilizasyonun ve kitlelerin yüzlerini sola dönüşünün dayanaklarından birinin bu anayasa olduğunu fark etmiş ve onu 12 Mart’ta budamış, 12 Eylül’de de ortadan kaldırmıştır.

Liberal-muhafazakâr anlatı ise bize tam tersini söyler ve bambaşka bir Demokrat Parti/Menderes ve 27 Mayıs tablosu çizer. DP Türkiye’yi demokratikleştirmiştir, Menderes bir demokrattır, halkın içinden gelmiştir, milletin değerlerine saygılıdır, DP döneminde büyük kalkınma hamleleri yapılmıştır, tüm bunlardan rahatsız olan vesayetçi güçler ise emperyalistlerin desteğini arkalarına alarak Menderes’i devirmiş, demokrasiyi ortadan kaldırmış ve despotik bir rejim kurmuşlardır vs. 

Bu nedenle 14 Mayıs, “demokrasi bayramı”, “milli iradenin iktidara geldiği gün”, “milletin sessizliğinin sona erişi” adı altında kutlanırken, 27 Mayıs mahkûm edilir, “vesayetçiler”e, “demokrasi düşmanları”na, “milletin değerlerine karşı olanlar”a lanetler yağdırılır. Özellikle son yıllarda ise Menderes’ten Özal’a ve oradan da Erdoğan’a uzanan bir silsile içerisinde bu üç isim “demokrasinin yıldızları” olarak siyasal İslamcı mitolojinin içerisine yerleştirilir. 

Dün ve bugün 

Örnekler çoğaltılabilir elbette. İngiliz işbirlikçisi Vahdeddin’den “Milli Mücadele’nin mimarı”, Amerikancı ve toprak ağası bir despot olan Menderes’ten “bağımsızlıkçı ve halkın adamı bir demokrat” figürü çıkarılabiliyorsa, örneğin darbe hükümetinin bakanlığını yapmış Özal’dan da “hayatını sivilleşme ve demokratikleşmeye adamış bir siyasetçi” ya da paramiliter bir örgütün lideri olan Türkeş’ten de “demokrasiye inanmış bir devlet adamı ve bilge lider” figürleri çıkarılabilir. Ölüm yıldönümlerinde, tarihsel gerçeklerden koparılarak bu isimler için güncel siyasetin gerekleri doğrultusunda anmalar düzenlenebilir, mezar ziyaretleri yapılabilir, tarih yeniden ve yeniden yazılabilir. 

Tarihi yeniden yazma girişimi ise, anlatmaya çalıştığımız üzere, bugüne dair bir politik faaliyetten başka bir şey değildir aslında; tarih bugünü biçimlendirmek, bugün izlenen siyasal stratejiyi meşrulaştırmak, hegemonya kurmak için yazılır. Vahdettin’e  “Milli Mücadele’nin mimarı” ya da Menderes veya Özal’a “demokrat” demenin bugünde bir karşılığı vardır, tarih bugün için önemlidir, dolayısıyla tarih güncel politik mücadelenin gerçekleştiği mevzilerden biridir ve o mevziyi tutamayan geriler, hasmına boyun eğer.

Bugün Atatürk’tün toplumsal meşruiyetinden ve ona duyulan sevgi ve saygıdan kaynaklı olarak Vahdeddin imgesinde de Milli Mücadele’nin tarihinin yeniden yazımında da İslamcılık ve Türk sağı açısından kazanılmış bir zaferden söz etmek mümkün değildir ama aynısı Menderes, Özal ve hatta Türkeş ya da Erbakan için söylenemez. Bu sayılan isimlerin hepsi son on sekiz yılda, ait oldukları hakikatten koparılıp, asla kendilerine ait olmayan birtakım sıfatlarla anılır hale gelmişler, bu da Türk sağının bir başarısını teşkil etmiştir. 

Örneğin, yakın zamana kadar tarihsel olarak öyle ya da böyle bu sayılan isimlerin ve temsil ettikleri anlayışın karşısında konuşlanan CHP’nin, bugünkü yönetici kadrolarının ve kanaat önderlerinin bu isimlerin ve temsil ettikleri zihniyetlerin hiçbiriyle siyasal bir dertleri olmamaları, hatta bilakis bu isimleri ve zihniyeti sahiplenir hale gelmeleri ve kurtuluş için bunlardan medet ummaları Türk sağı açısından ciddi bir zafer anlamına gelmektedir. Aynı şekilde CHP tabanından da bu isimlerle ve zihniyetle barışmaları istenmiş, AKP’den kurtuluş için bunun bir zorunluluk olduğu tabana benimsetilmiştir. İşte bu noktada hegemonya, bu anlamıyla açıkça yitirilmiştir, çünkü Türk sağının tarih yazımına, tarih anlatısına teslim olunmuştur. 

Tam da bu nedenle ölüm yıldönümlerinde Özal’ın ya da Menderes’in mezarlarını ziyaret etmek de, Türkeş’in, Erbakan’ın ölüm yıldönümlerinde sosyal medyadan anma mesajları paylaşmak da “masum” değildir, bunların hepsi Türkiye toplumunun ve siyasetinin sağcılaştırılması projesinin bir parçasıdır ve bilerek ya da bilmeyerek bu projeye hizmet etmektedir. 

Tarihe bu şekilde bakış, günümüz siyasetini ve siyasal tutumları da belirlemekte, AKP’nin içinden çıktığı Saadet’le, AKP’nin içinden çıkan DEVA-Gelecek’le ve MHP’nin içinden çıkan İYİP’le, AKP-MHP ittifakından kurtulma hayalleri görülmekte; siyaset, sağın alternatifinin yine sağ olduğu, dinci-ülkücü fraksiyonlar arası bir mücadeleden ibaret hale gelmektedir.

Oysa Davutoğlu’na baktığında Erdoğan’ı, Babacan’a baktığında Özal’ı ya da Menderes’i, Saadet’e baktığında Erbakan’ı, İYİP’e baktığında Türkeş’i ve bunların hepsine baktığında AKP-MHP’yi, yani bir bütün olarak Türk sağını görmek, yani biraz geçmişe ve bugüne bakmak, bize kolaylıkla geleceği ve gelecekte olacakları gösterecektir. Tarihten çıkarılması gereken dersler önümüzdedir ve o derslerden ilki “kırk katır mı kırk satır” mı sorusunu net bir şekilde reddetmektir, başka sorular ve başka yanıtlar hep olmuştur, bundan sonra da olacaktır.