Tarihinin belki de en büyük krizini yaşayan bir ülkede, emekçileri siyasete taşımak, siyaseti sınıfsallaştırmak kaçınılmaz bir görev olarak karşımızda durmaktadır.  

10 Ekim katliamından 'siyasi suikast' iddialarına

Üç gün önce 10 Ekim katliamının altıncı yıldönümüydü. Bundan altı sene önce, iktidarın rejim inşa etme projesine uygun bir sonuç çıkmadığı için 7 Haziran seçimleri fiili olarak tanınmamış ve ülke 1 Kasım’da tekrar seçime götürülmüştü. Şiddetin damgasını vurduğu bu beş aylık sürecin en kanlı saldırısı Ankara’daki katliam olmuş, yirmi gün sonra yapılan seçimlerden ise istenilen sonuç alınmıştı.

Türkiye bugün seçim konjonktürüne girmiş durumda ve yine seçimleri konuşuyor,  üstelik “acaba 7 Haziran-1 Kasım arasında yaşananlar tekrarlanır mı” sorusu eşliğinde konuşuyor. Dolasıyla 10 Ekim’i de bu bağlama yerleştirerek hatırlamak gerekiyor, iktidarın “seçimle gitmeme konsepti” doğrultusunda yapabilecekleri üzerine kafa yorarak yani. 

Geçen hafta bu köşede “Devalüasyon yasası işler mi” diye sormuş ve Türk Lirası’nın değer kaybının ve halkın alım gücünün azalmasının iktidar üzerindeki etkilerini tartışmış, artık sandığın iktidarın elindeki en güçlü silah olmaktan çıktığını söylemiştik. Geçen hafta 8.90 civarında olan dolar, bu yazı yazılırken 9 TL’yi geçmiş durumdaydı; yani Türk Lirası erimeye devam ediyor, “devalüasyon” hızlanıyordu. Kamuoyu anketlerine göre ise TL’deki düşüşe iktidar bloğunun oylarındaki düşüş eşlik ediyor, yani “devalüasyon yasası” işlemeye devam ediyordu. 

Ancak, geçen haftaki yazıda AKP’yi kendisinden önceki iktidarlardan ayıran bir noktaya, onun rejim inşa eden bir parti olduğuna dikkat çekmiş, bu nedenle de devalüasyon yasasına direneceğini ve onu işlemez hale getirmek için bir oyun kuracağını belirtmiş, bunu da şöyle anlatmıştık:

“İktidar, İdlib’den Ege’ye, Kuzey Irak’tan göçmen/sığınmacı meselesine uzanan bir genişlikte, muhalefeti sessizliğe mahkûm edecek ve fiili ya da resmi bir olağanüstü hali dayatacak koşullarda yapılacak ve sonuçları üzerinde de oynanabilecek bir seçimin arayışı içerisindedir. Oyun büyük ihtimalle bunun üzerine kurulacak, milliyetçilik dalgasının yükseltileceği ve güvenlik kaygılarının belirleyici olacağı bir atmosfer yaratılmak istenecektir.”

Benzer bir tespiti birkaç gün önce Kemal Kılıçdaroğlu yaptı ve kendisine devlet içerisinden geldiğini düşünmemizin yanlış olmayacağı bir duyumu aktararak, iktidarın gerilimi yükselterek seçime gitmek isteyeceğini ve bunun siyasi cinayetlere kadar varabileceğini söyledi. Kılıçdaroğlu’nun sözleri tam olarak şöyleydi: 

“Eğer iş belli grupların ellerine silah alıp belli kişileri öldürme yoluna gitmezlerse bir gerilim olmaz. Umarım öyle bir tablo da Türkiye’de yaşanmaz. Siyasi cinayetler… Böyle kaygılarım var. Erdoğan ‘dur bakalım daha başınıza neler gelecek’ dedi. Devletin bütün güçleri elinde olan bir insan bunu söylüyorsa, çok tehlikeli bir cümle.”

Kılıçdaroğlu’nun bu sözlerinin ardından, siyasi cinayetler meselesine yabancı olmadığını bildiğimiz başka isimlerden de benzer açıklamalar geldi. Ülkücü hareketin önemli isimlerinden İYİP Teşkilat Başkanı Koray Aydın, “siyasi suikastlar yapılacağı konusunda bizim de aldığımız duyumlar var, eğer böyle bir planlama varsa başta ülkeyi yönetenler olmak üzere ileride bunun hesabını vermek zorunda kalır, ağır bir bedel öderler” dedi. 

Yine ülkücü kökenli başka bir isim olan ve kendisi de yakın zamanda saldırıya uğrayan Gelecek Partisi Genel Başkan Yardımcısı Selçuk Özdağ da başta Kılıçdaroğlu’na yönelik linç girişimi olmak üzere yakın geçmişte yaşanan hadiseleri hatırlattıktan sonra, “7-8 ay önce de söyledim. Türkiye’de saldırılar olacak, bu saldırılardan sonra da suikastlar olacak. İçeride ajanlar olabilir. Ülkeye kimin girdiğini bilmiyoruz. Milli İstihbarat veya Emniyet tarafından bir inceleme yapılmıyor. Kendilerince yeni bir iklim oluşturmak istiyorlar” diyerek gidişata dikkat çekti.

Ancak meselenin sadece “siyasi suikastlar” olmadığı, geçtiğimiz hafta vurguladığımız şekilde dış politikada atılması muhtemel adımların da masada olduğu görüldü. Mare’deki özel harekâtçılara yönelik saldırı, Karkamış’taki havan saldırısı ve Afrin’deki bombalı saldırı, iki gün içerisinde ardı ardına geldi ve Erdoğan kabine toplantısı sonrası “artık tahammülümüz kalmadı” diyerek Suriye’de yapılabilecek yeni operasyonların sinyallerini verdi.

Türkiye, siyaset denilince akla sadece seçimlerin geldiği, siyasetin bütünüyle sandığa indirgendiği ama herkesin seçimlerin “serbestçe” yapılmayacağını bilip hiç kimsenin bunu esastan dile getirmediği, buna uygun adımlar atmadığı bir tuhaf ülke oldu son yıllarda. Zaten önce Akşener suikast iddialarının fazla gündemde tutulmaması gerektiğini söyledi, ardından da Kılıçdaroğlu “ne yaparlarsa yapsınlar ülkenin huzurunu bozacak hiçbir tavrımız olmayacak. Halkımızı sükûnete davet ediyoruz” dedikten sonra herkesi sandığı beklemeye çağırdı.  

Eğer seçime birtakım provokasyonlar eşliğinde gidileceği herkesin bildiği bir sır haline gelmişse, tam olarak sorulması gereken sorunun da “provokasyona gelmemek için ne yapmalı” olması kaçınılmaz hale geliyor doğal olarak. 

Düzen muhalefetinin buna verdiği/vereceği yanıt ise suikastlardan bahsettikten sonra “dozu düşürme” tutumuna bakarak görülebiliyor. Topluma özetle “madem ki bir provokasyon yapılacak ve bunun üzerinden bir gerilim siyaseti izlenecek, bu tuzağa düşmemenin yolu evde oturup sabırla sandığı beklemektir” deniliyor. 

Bu ilk bakışta sahiden de oyuna gelmemek ve karşı tarafın oyununu bozmak gibi görünüyor. Oysa ülkenin yakın tarihi bize “aman oyuna gelmeyelim” diyerek atılmayan adımların hepsinin eninde sonunda iktidara hizmet etmek anlamına geldiğini gösteriyor. Şiddet ve gerilim siyaseti aracılığıyla iktidar açısından istenilen sonuç öyle ya da böyle elde edilebiliyor. Evet, bu artık geçmişe nazaran daha zor elbette ama işe yaramayacağının kesin bir garantisi var mı? Tabii ki yok. 

Oysa provokasyona gelmeden ve tuzağa düşmeden iktidarın seçimlere yönelik manipülasyon siyasetine karşı durmak, oturup sandığı bekleyerek değil, akıllı ve disiplinli bir siyasal stratejiyle toplumsal muhalefeti adım adım büyüterek söz konusu olabilir ancak. En basitinden, yakın tarihin en zorlu kışlarından birine giriliyorken, sadece elektrik ve doğalgaz faturaları ya da gıda fiyatları üzerinden bile bir toplumsal mobilizasyon yaratılabilir örneğin. 

Geniş halk yığınlarının kendi öz gücünün farkına varması, yeniden özgüven ve cesaret kazanması, insanların yalnız olmadığını görmesi ve yeniden politikleşmesi, iktidarın seçimden başka her şeye benzeyecek bir seçim yapmasının önündeki en büyük engeli oluşturacaktır. Sabırla sandığı beklemek denilen şey ise eninde sonunda iktidarın oyun alanını genişletecek, ona sahip olduğu gücün de ötesinde yeni hamleler yapma fırsatı tanıyacaktır. 

Ancak düzen muhalefetinin sadece aritmetik hesaplara ve ittifaklara indirgenmiş sandıkçı tutumuna bakarak söyleyebiliriz ki, sözünü ettiğimiz bir toplumsal mobilizasyondan olabildiğince kaçınılacak ve bu da “oyuna gelmemek” diye meşrulaştırılacaktır. 

Dolayısıyla iş başa düşmektedir ve tarihinin belki de en büyük krizini yaşayan, halkın giderek daha da yoksullaştığı, hızla kırılma noktasına doğru giden bir ülkede, çalışan sınıfları, işçileri, emekçileri siyasete taşımak, siyaseti ise sınıfsallaştırmak kaçınılmaz bir görev olarak karşımızda durmaktadır.  

Tam da bu nedenle, “muhatap emekçi halktır” sözü bir slogan olmanın ötesinde bir gerçekliğe işaret etmektedir. Ve tam da bu nedenle, Türkiye’deki bütün sorunları “bu düzen değişmeli” sözüyle birleştirmek, kapitalizmin artık Türkiye’nin hiçbir sorununu çözemeyeceğini daha yüksek sesle dile getirmek, bir emekçi iktidarı, bir halk iktidarı iddiasında ısrarcı olmak, bu iddiayı sahiplenmek gerekmektedir. 

Oyuna gelmeyecek ama sandığa da sıkışmayacak, kırk katırla kırk satır arasında tercih yapmak zorunda kalmayacak, düzeni restore edecek girişimlere razı olmayacak bir siyaset ancak bu iddiayla var edilebilecektir çünkü.