Geri istiyoruz onları

"Birimize bir şey olursa ne yaparız? dediler. Kalanlar, ölenler için şiirler yazar, dedi Metin." 

Zerrin Taşpınar

2 Temmuz 1993’te gençliği adımlayan bir çocuktum ben. O gün çocuk zihnime kazınan görüntüde siyah dumanlar, yükselen alevler, insanlıktan çıkmış şeriat diye bağıran korkunç bir kalabalık var.

İnsanların böylesi kötü olabileceğini ilk kez o zaman gördüm ben, ilk kez o kadar çok korktum “insan”dan. Her kurban bayramında dayanılmaz bir mide bulantısı eklendi sonradan bu korkuya. Din, kurban ve et kokusu Sivas demekti artık, Sivas’tan miras bana ve belki pek çok çocuğa.

Şenlik için gittikleri bir şehirde konuşan, tartışan, şiirler okuyan, türküler söyleyen insanlar neden yakılarak öldürülürler? Aziz Nesin imansızdı, kötüydü, halkı tahrik etti diyorlardı her yerde. Aziz Nesin ve yanındakiler halk değil miydi? Çevremde ise büyük bir sessizlik vardı. Sanki hiç bunlara tanık olmamışız, her şey bizden çok uzaklardaymış gibi. Kapatırsak televizyonu, konuşmazsak, hiç yaşanmamış gibi oluyordu sanki. “Neden kimse kurtarmadı onları” sorusu yıllarca yanıtsız kaldı.

Aziz Nesin o günü yazmış, çok sonraları okudum: “Ben bu devletin nasıl devlet olduğunu bilmeme karşın, hâlâ içimde şöyle ya da böyle bir devletin bulunduğu umudu ve inancı var. Bu yüzden nasıl olsa kurtulacağımıza inanıyorum. Uluç Gürkan valiye telefon açıyor: Bizi buradan aldırtın, aldırtabilirsiniz… Müthiş bir çığlık, kadın çığlığı… Sonra korkunç bir sessizlik. Evet ölüm sessizliği… Kısa sürüyor.” Gencecik insanlardı onlar…

Ben çatıda yaşlı bir adam hatırlıyorum. Daha dakikalar önce “ölüyoruz abi” diyen Lütfi Kaleli’ye “ölüyoruz, öleceğiz, başka çare yok” diyen Aziz Nesin... Saatlerce nefes açlığı çekerek, karanlık bir odada “Sivas Aziz’e mezar olacak” seslerini dinlemiş, yorgun, bunca öfkeyi ve onlardan gelecek ölümü kabullenmiş ama yine de çatıda kurtarılmayı bekleyen bir insan. Çatıdan indirilirken tartaklanan, linç edilmek istenen 78 yaşında bir Aziz Nesin…

Merdivende oturmuş ölümü bekleyen üç aydının fotoğrafı var bir de, utancımızın fotoğrafı… Metin Altıok orada bıraktı kalanlara vasiyetini belki de. “Kalanlar, ölenler için şiirler yazar” dedi. Şiirler yazıldı, türküler yakıldı. Bazılarımız Sivas’ı hiç unutmadı, unutmayacak da. Neden kısık sesimiz, neden yetmiyor şiirlerimiz peki?

Temel Karamollaoğlu, 2 Temmuz 1993’te Sivas’ın Belediye Başkanı. Katliamın önüne geçmek için çaba sarf eden ve kendisi de gerici kalabalığın hedefi olan Vali Ahmet Karabilgin’e göre; belediye başkanı, olayın abartıldığını söyleyerek gerekli önlemlerin alınmasını geciktirdi. Asker geç geldi, polis kalabalığın sırtını sıvazladı, itfaiye isteksizdi... Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel: “Halkla güvenlik güçlerini karşı karşıya getirmeyiniz” talimatı verdi. “Olay münferittir. Ağır tahrik var. Bu tahrik sonucu halk galeyana gelmiş...

Güvenlik kuvvetleri ellerinden geleni yapmışlardır... Karşılıklı gruplar arasında çatışma yoktur. Bir otelin yakılmasından dolayı can kaybı vardır” dedi. Başbakan Tansu Çiller ise "Çok şükür, otel dışındaki halkımız bu yangından zarar görmemiştir!. Halktan kimsenin burnu kanamamıştır ve ölenler de çıkan yangından boğularak ölmüşlerdir. Olayı bu kadar büyütmek yanlış, bir futbol maçında da bu kadar insan ölebilirdi" diyordu (*). Ünlü gazeteciler, demokrat köşe yazarları Aziz Nesin’i suçluyordu.

Olayın başını çeken sanıklar hiç yakalanmadılar. Evlendiler, ehliyet aldılar, askere gittiler, çocukları oldu, hepsi kayıtlara geçti ama yakalanmadılar. Refah gitti, AKP geldi. Katillerin avukatları AKP’den milletvekili, belediye başkanı, bilmem ne müdürü oldular. Dava zaman aşımından düştü. Katil sürüsü elbirliği ile kurtarıldı, aklandı.

Bu arada ben büyüdüm. Pek çok soruma yanıt buldum. Hâlâ anlamakta zorlandığım şeyler var ama. Katliamın kilit isimlerinden Temel Karamollaoğlu ya da benzerleri, çeşitli nedenlerden AKP ile karşı karşıya düştüğünde aklanmış mı oluyorlar mesela? Erdoğan gitmeli, gitsin de peki Karamollaoğlu ne olacak? Çiller’den farkı olmayan Akşener ne olacak? Bazen yaraları sarmak ve zorluklarla baş edebilmek için unuturuz. Hatta bazen boşlukları gönlümüzce, inanmak istediğimiz şekilde doldururuz ki yeniden tutunalım hayata. Karamollaoğlu ve Akşener ile aynı çatı altında kurtuluşu beklemek ancak böyle açıklanabilir herhalde.

Aziz Nesin’le konuşup “sizi kurtaracağız” dedikten ve ölümü bekleyen insanlara umut olduktan sonra sessizliğe bürünen Erdal İnönü’yü de unuttuk. Eli kolu bağlıydı, ne yapsındı dediler, ikna olduk… Defalarca kez, iyi olduklarına inandığımız kahramanlar yarattık ve sessizliklerine katlandık. İnce ince kanayan yaralarımıza tuz bastık, oturduk. Umudumuz öldü, biz yaşamaya (yaşamak denirse buna) devam ettik. Ama Sivas’ta öldüler. Maraş’ta öldüler, Suruç’ta öldüler. Gezi’de öldüler.

Bu düzenden iyilik çıkmayacağını tarihin kendisi tekrar tekrar öğretti bize. Her unuttuğumuzda yenileri eklendi ölülerimize ve eklenecek de. Neyi bekliyoruz, hatırlamak için? Hâlâ geri isteme zamanı gelmedi mi yitirdiklerimizi? “Geri gelmeyecek onlar, biliyoruz. Ama onları istiyoruz. Çünkü özgürlüğümüzü istiyoruz. Çünkü onları boğduran 'irade'nin tutsağı olmaktan kurtulmak ve özgür olmak istiyoruz. Ve özgür de olacağız. Çünkü biz halkız. Biz halkın iradesiyiz çünkü…” (**)

(*) 2 Temmuz 1993, Sivas: Devlet-yobaz işbirliği, soL Haber Merkezi, 02 Temmuz 2010

(**) Geri İstiyoruz Onları
2 Temmuz cuma.
Semah dönüyor onlar.
Avuçlar açık: Ne zaman yalan söyledim!
Ayaklar çıplak: Toprağı ısıtan toprağım.
Sesim ırmak: Bozkıra akıyor.
Kollarım kuş kanadı: Ekin biçiyor.
Gözlerim kapalı: Her şeyi görüyorum.
2 Temmuz cuma.
Düşüyor Sivas’a.
6 Ağustosta Hiroşima’ya
Gök kadar kara bir “güneş”.
Karartıyor güneşi.
“Anne! Anne!” diye yanıyor kardeşim.
“Yanıyor kardeşim anne!”

Caddeler: kömürleşmiş beden.
Ölüm merdivenlerde soluyor ölümü.
Behçet’in “Beyaz Başörtülü Kadınlar” şiirinde özlemleşiyor özlemleri:
yürüyorlar alana doğru
binlerce beyaz başörtülü kadın
ve binlerce yitik fotoğrafı
genç yaşlı kız erkek
ve binlerce desparecidos
analar ve anılar
eşler kardeşler çocuklar
geri istiyoruz onları
geri istiyoruz onları
Geri istiyoruz onları bilince sızan ışığı. Kitaba şavkıyan alazı. Şiire inen güvercini. Doru at
sekişli üç telli sazı. Semahın seher yelini. İncecik kızların gülüşlerini. Hasretin hasretini.
Onları istiyoruz.
Geri istiyoruz.
Çünkü desparecidos oldu onlar, yani kayıp.
Çünkü kayboldu onlar da.
Yanmış bedenleri ağrımızda, toprağımızda ama, kayıp onlar.
Çünkü onları boğan irade, “irade-i
meçhul” de ondan.
“İrade-i meçhul”, meçhul olarak kaldıkça, “faili meçhul” olarak kalacak onlar.
“Faili meçhul” olarak kaldıkça
Geri gelmeyecek onlar, biliyoruz.
Ama onları istiyoruz.
Çünkü özgürlüğümüzü istiyoruz.
Çünkü onları boğduran “irade”nin tutsağı olmaktan kurtulmak ve özgür olmak istiyoruz.
Ve özgür de olacağız.
Çünkü biz halkız.
Biz halkın iradesiyiz çünkü.
Şavkıyan ışığın sesiyle, seher yelinin sessizliğiyle, hasretin hasretiyle, içimizde yanardağlar
gibi tutuşan özlemleriyle çığlıklanıyoruz.
geri istiyoruz onları
geri istiyoruz onları

Muzaffer İlhan Erdost