Rektör belirleme

Kavramların ve olayların birbirine karıştırılmasıyla üretilen kafa karışıklığı, 15 Temmuz (sözde) darbe girişimi sonrasında yoğunlamış bulunuyor. Lozan antlaşması bir gün göklere çıkarılırken, ertesi gün Lozan’da kandırıldığımız söyleniyor. Bir gün “Her inanca eşit mesafedeyiz,” ertesi gün “Hanefileri yedirmeyiz” deniyor. Her gün demokrasiden söz ediliyor ve her gün, hem de hemen her konuda, demokratiklikle bağdaşmayan uygulamalar oluyor. Lozan, Halep ve Musul üzerinden üretilen kafa karışıklığı yetmiyor, aynı anda başkanlık sistemi ve rektörler üzerinden de kafa karışıklığı yaratılıyor.

Siyasal liderler dışında akademisyen, yazar, düşünür ya da herhangi bir yurttaş, “Rektör atamayla gelmeli” dediğinde bu söylem sorun içermiyor, öneri oluyor. Ancak, “Rektör atamayla gelmeli” önerisini yapan rektörü atayacak konuma gelebilecek ya da o konumda olan bir kişi olunca, iş değişiyor; bu söylem öneri niteliğini aşıp kişisel/siyasal beklentiye dönüşüyor.  

Böylesi bir bekenti anlaşılabilir bir durum olsa da, bu beklentinin, “Rektörlerin seçimle gelmesi üniversitede kaos yaratıyor” söylemine/gerekçesine bağlanması, kafa karışıklığı yaratmanın ötesine geçmiyor. Çünkü bu söylem gerçeği yansıtmıyor. Üniversitelerde kaos, temelde rektör adayı belirleme seçiminde alt sıralarda oy alan kişilerin (hak etmeden) rektör olarak atanmasından, bu kişilerin arkalarını iktidara dayamasından, iktidarın her isteğini sorgusuz sualsiz gerçekleştirmeye çalışmasından ve bilimselliğin önüne siyaseti koymalarından kaynaklanıyor. Üniversitelerde kaos, atanan yandaş rektörlerin üniversitesini de yandaş bir kuruma dönüştürme çabasından kaynaklanıyor.

Kaos söylemini kullananlar, emir kulu olarak çalışmayıp üniversitenin “üniversiterliğini” korumaya ve demokratik süreçlere önem vermeye çalışan rektörlerin üniversitesinde kaos olduğu izlenmini vermeye çalışıyor. Oysa düne kadar en çok oy alan adayların rektör olduğu Boğaziçi ve ODTÜ’nün üniversiteler dünya sıralamasında diğer üniversitelerimizen çok önde bulunmaları, seçimle gelmenin kaos yaratmadığının en büyük kanıtı oluyor.

Kaos söylemini kullananlar için, düşük oy aldığı halde rektör atanmışların üniversitesinde, örneğin (Gümüşhane Üniversitesi’nde olduğu gibi) rektörün, 5-6 fakülte dekanlığına vekalet etmesi, kaos yaratmıyor! Bu üniverstelerde, geçmişte Fetocu/cemaatçi kadrolaşma olması, günümüzde ise demokratik haklarını kullanıp barış bildirisine imza atan akademisyenlere soruşturma açılması ya da yargısız infaz yapılarak Fetocu olsun olmasın bazı akademisyenlerin meslekten çıkarılması da kaos yaratmıyor. Nedense, akademik özgürlüğe, akademisyenine, öğrencisine, bilime, laikliğe, topluma, doğaya ve barışa sahip çıkılan üniversitede, kaos var deniyor! Yandaş rektörlerin üniversitesi, her koşulda iktidarın iç ve dış siyasetine destek verince kaos olmuyor; nasıl oluyorsa açık destek vermeyen üniversitelerde kaos oluyor!

Bu arada düşünen ve sorgulayan insanlar, kaos söylemine değer vermiyor. Ortalama öğrenim düzeyi 7-8 yıl olan seçmen, muhtarını, belediye başkanını, milletvekilini ve cumhurbaşkanını seçiyor, kimse bu görevlere seçimle gelinmesi kaos yaratıyor demiyor. Durum böyleyken, rektör adayı belirleme seçimine katılanların ortalama öğrenim düzeyi 20 yıl dolayında olan yardımcı doçentler, doçentler ve profesörlerin yaptığı seçimin kaos yaratacağını düşünmek pek mantıklı olmuyor. Düşünen ve sorgulayan insan, bir kişinin 200 farklı üniverstiye rektör atamasında bir yarar da görmüyor.  

Düşünen ve sorgulayan insan, siyasetçinin, neden rektör atama isteğini de, uygulamalardan görüyor ve biliyor.  Rektör (hak etmediği bir yere) atanarak geldiğinde, genelde uygulamalarının eğitselliği, bilimselliği ve akademik özgürlükle ilişkisi gibi konularla ilgilenmiyor; işi gücü kendisini atayanları memnun etmek oluyor. Bir siyasetçi ziyaretine geldiğinde, akademik işlevine, rektörlüğün ne anlama geldiğine aldırmıyor; en azından makamını o siyasetçiye terk ediveriyor, ayakta el pençe bekliyebiliyor. Olayın vahametini anlamak için, Yargıtay, Danıştay, Sayıştay ya da herhangi bir mahkeme başkanının bir siyasetçi ziyaret ettiğinde, makam koltuğunu ziyaretçiye bıraksa ne olur diye düşünmek yetiyor (yakında “Bu da olur” demeyin). 

Rektör atamayla ilgili kafa karışıklığı, yükseköğretimde piyasalaşma, gericileşme ve akademik özgürlüklere vurulan darbeler tüm hızıyla devam ederken yaratılıyor. Yeni çıkarılan bir yönetmelikle üniversitelerin işverenlerin yer alacağı danışma kurullarını oluşturması, piyasalşamnın en son örneği oluyor. Akademisyen olarak geçinen birinin başı açık kızlara, “Sizin yüzünüzden melekler derse gelmiyor”  diyebilmesi, yükseköğretimdeki gericiliğin ulaştığı durumu yansıtıyor.  Bilim Akademisi, 2015-2016 eğitim-öğretim döneminin uzun zamandır yaşanan en ‘vahim’ dönem olduğu belirtip şu anda Meclis’te olan "Yüksek Öğretim Kanunu’nun Disiplin Suçlarına İlişkin Hükümlerinin Değiştirilmesi Yasa Tasarısı" kabul edilirse akademisyenlerin ifade özgürlüğüne Anayasa’ya aykırı kısıtlamalar getirileceğini vurguluyor.

Cumhurbaşkanı, “Yükseköğretim konusu, hedeflere ulaşmak açısından hayati bir öneme haiz” derken doğru söylüyor da, hedef ne? Bilimsellik mi, akademik özerklik mi, toplumsal yarar mı, yükseköğretimi AKP’leştirmek mi?

Hedef belli değil mi?

[email protected]