AKP ile 'Derin Devlet'in ittifak arayışı

15 Temmuz darbe girişimi Türkiye siyasi tarihinde değiştirdikleri kadar gösterdiği ve açığa çıkardıklarıyla da anılacak. 15 Temmuz'la birlikte, darbe girişiminden önce beliren birtakım yönelimlerin somutlandığına, ağır aksak ve kararsız bir şekilde ilerleyen bazı arayışların ete kemiğe büründüğüne ise hiç şüphe yok.

15 Temmuz Türkiye'de her daim övünülen devlet mekanizmasının ne halde olduğunu gösterdi örneğin. Devlet, 15 Temmuz darbe girişimi nedeniyle dağılmadı; devletin içinde bulunduğu hal, 15 Temmuz girişimini olanaklı kıldı. Sonrasında atılan adımlar yaşanan dağınıklığın ve ortaya çıkan boşluğun ne denli büyük olduğunun somut ispatıydı. Türkiye'de devlet toparlanamıyordu...

Yeni bir ittifakın koşulları var mı?

Türkiye'de devletin içler acısı hali, onlarca yıl boyunca bu devletin asıl sahibi olduğunu iddia edenlerin aynı aygıt içinde tekrar hak iddia etmeleri için hem bir sebep hem de bir fırsattı. Üstelik bu arayışlar da 15 Temmuz sonrasında başlamamıştı.

Daha 15 Temmuz'dan önce tartışılmaya başlayan MİT Müsteşarı Hakan Fidan'ın yerine ismi geçen eski bir askerin siyasi kimliği ve kökeni, görev değişiminin gerçekleşmesinden bağımsız olarak ilginç bir ittifak arayışının gündemde olduğunun kanıtlarından bir tanesiydi.

Cemaat henüz 15 Temmuz günü askeri bir isyana kalkışmamıştı, ancak Gülen taraftarlarının askeri ve sivil bürokrasinin içindeki gücünü en iyi, bu gerici çeteyi devletin içine yerleştiren AKP kadroları biliyor ve doğal olarak bu güçten çekiniyorlardı.

Bu gücün farkında olanlar yalnızca AKP'liler değildi elbette. Cemaatin AKP ile elele verip tasfiye ettiği devletin eski kadroları da neyi kaybettiklerini bildikleri için, karşılarındaki örgütün neyi kazandığı bilgisine hakimdi. Üstelik, devlet tecrübesi, Gülen'in çetesinden boşalan yerin AKP tarafından doldurulamayacak kadar büyük olduğunu söylüyordu. Dahası sorun yalnızca AKP'nin yetişmiş kadrolarının sayısının sınırlı olması değildi, Türkiye İslamcılığının doğası gereği cemaatler o kadar iç içe geçmiş bir haldeydi ki, AKP açısından kimin nereden olduğunu bilmek ve dolayısıyla kime güvenebileceğine karar vermek bazen imkansızdı.

15 Temmuz'dan sonra listeler ortaya çıktı ve hesaplaşma başladı. Cemaat gerçekten güçlüydü ve AKP, Gülen'in gücü ölçüsünde çaresizdi.

Varlığı tartışılmaz ve kendi kaynaklarıyla çözülemeyecek, üstelik acil bir ihtiyaç... Bu ihtiyacı karşılayacak hazır kadrolar... Ortak bir düşman olarak Gülen Cemaati... Peki tüm bunlar bir ittifak için yeterli mi? Nasıl bir ülke ve nasıl bir devlet sorularına benzer yanıtlar veriliyorsa neden olmasın...

Bu devlet kimin devleti?

Kemalizm kökenli kadrolar ve AKP'nin beraber yürümesi için nesnel bir zeminin oluşması bu iki öbek arasındaki sorunların ve siyasi çekişmenin ortadan kalkacağı anlamına gelmiyor. Ancak Erdoğan ve AKP'nin güçsüzlüğü ve çaresizliğini siyasi bir fırsat olarak gören ve Erdoğan'a el uzatan bazı kemalistlerin bu nesnel uzlaşma zeminini siyasi ve ideolojik açıdan nasıl tarif edip anlamlandırdıkları önemli ve Türkiye'nin yakın geleceğine ışık tutacak nitelikte.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin varlığını her şeyin üstünde tutan bu anlayışın devletin bağımsızlığı söylemini kullanarak, sınıfsız ve imtiyazsız bir kitlenin, ya da başka bir deyişle, sınıfsal kimliklerini bir kenara bırakan kitlenin ortak bir düşmana, Gülen Cemaati ve aslında Cemaatin iplerini elinde tutan Batı'ya karşı harekete geçmeye savunmasının dramatik bir yanı var. Tıpkı Erdoğan'ı ve İslamcıları devlet yönetmeyi bilmemekle suçlamanın ikiyüzlü bir tarafı olduğu gibi...

Hepsi sırtını aynı yere yaslıyor çünkü. Batı ya da emperyalizm olarak kodlanan düşmanın aslında ne olduğunu anlamaktan kaçıyor ve bu devletin sürekliliğinin kaynağını bilmezlikten geliyorlar.

Dahası, AKP ve Erdoğan'ın beceriksizlikleri ve yanlışları üzerinde tepinirken kendi günahlarını temize çekme, kendilerini meşrulaştırma telaşı içindeler.

Bu devleti yıllarca layıkıyla yönettiklerini, görevlendirmeleri alnın secde görmesine göre değil liyakate göre yaptıklarını iddia edenlerin bu devleti yönetirken emekçi halka karşı işledikleri tüm suçlar bir yana, AKP'yi iktidara taşıyan ve kendi tasfiyelerinin koşulları hazırladıklarını görmezden gelmeleri ilk bakışta komik duruyor olabilir. Hatta devletin asıl sahiplerinin çok iyi yönettiklerini düşündükleri devleti kendi elleriyle AKP'ye ve Cemaate teslim etmelerine acı acı gülünebilir. Ama hakikaten komik değil... 

Çünkü bir süreklilik var ve bunu politik bir komedi olarak görmek bu gerçeği gözden saklıyor.

Bu cumhuriyetin ve devletin bir sahibi var. Üstelik ilk günden beri bu böyle. Cumhuriyetin ilk yıllarında atılan ileriye doğru adımlar da, sonraki hızlı çürüme ve gericileşmenin mimarları da aynı. Devleti yönetmek için görevlendirdiklerini sonra gönderen, şimdi karşı karşıya kaldıkları garabete çözüm arayan ve geniş bir mutabakatın içinde herkese yeni roller tanımlamaya çalışan da onlar...

Başka bir kemalizme doğru mu?

Onları görmeden ve tanımlamadan, bu devletin asıl sahibinin patronlar olduğunu kabul etmeden bugün ileriye doğru tek bir adım dahi atılamaz. Sorunların köküne inilemez. Türkiyeli patron sınıfının bir bütün olarak sorumluluğunu saptamadan, emperyalizmi AKP ile kemalizmin ortak düşmanı olarak tarif etmeye çalışmak içine düştüğümüz karanlığın asıl sorumlusu olan Türkiyeli patronları rahatlatmaktan başka bir işe yaramaz.

Üstelik buradan Batı'ya karşı bir cephe de çıkmaz. Emperyalizmin sınıfsal özüne, Batılı tekellerle Türkiyeli patronları birleştiren ortaklığa işaret edilmediğinde siyaseti tanımlayan ve tasnif eden tüm eksenler kaybolur. Bu eksenlerin olmadığı koşullarda muhtemel ittifakların hepsi meşrulaşır, siyasi ilkeler önemsizleşir. İki yüz yıldır emperyalizmin ülkedeki en önemli destekçisi olan İslamcılıktan anti-emperyalist bir müttefik yaratma hayalleri buradan doğar, Erdoğan ve AKP'nin Batı karşıtı olabilme ihtimaline böyle inanılır, AKP'nin tam bağımsız Türkiye ülküsüne sahip çıkabileceği hayaline işte bu şekilde kapılınır.

Kemalizmin sınıfsal özünün inşa ettiği duvarlara çarpılan yer burasıdır. Defalarca, tarih boyunca hep olduğu gibi tekrar tekrar... Şayet önemli olan Türkiye halkınının, emekçilerin ve yoksulların çıkarlarıysa, böyle bir çerçevede kemalizm başkalaşsa ne olur, AKP kemalistleşse ve kemalizm başka bir akıma dönüşse ne değişir... Emekçiler açısından hiçbir şey.

Dünyaya emekçilerin penceresinden bakılmadığında, patronlar karşıya alınmadığı müddetçe siyasi komedinin alanı da genişliyor üstelik. Hep kızılan liberallerin 15 Temmuz öncesinde ne dediklerini hatırlayan var mı? Evet, yıllardır kemalizme karşı mücadele eden AKP'nin nefesinin kesildiğini ve kemalizme teslim olduğunu söyleyen liberalleri... AKP'nin liberal ve özgürlükçü çizgisinden bu nedenle uzaklaştığını, bu sebeple Kürtlere saldırdığını ve Avrupa ve Batı'ya karşı cephe açtığını iddia eden liberalleri... AKP ile kemalizmin buluşabileceği bir zeminden bahsedenler bunu bayağı önceden gören liberallere niye kızıyorlar o zaman? Tek sorun AKP'nin kemalizme barışma tarihini AKP'nin Gülencilerle mücadeleye başladığı tarihle çakıştıran ve dolayısıyla AKP'yi cemaatçilikten kemalistliğe geçişle itham eden Türkiye liberalizminin cemaatçiliği mi?

OHAL'i fırsat bilip cumhuriyet tarihinin en büyük özelleştirme dalgalarından birisine hazırlık yapan, emekçilerin aleyhine yasal düzenlemelere hız veren, aldığı teşvikler ve destek nedeniyle sevinçten ne yapacağını şaşıran patron ailelerinin övgüsüne mazhar olan AKP'yle ittifak telaşına düşen, patronların devletinde kendisine yer arayanların patronların yanından ayrılmayan liberallere kızmaya hiç hakkı yok.

Bu ülkeye ihanet cemaatçilikle eşitlenemez. Hiç durmadan ihanetten söz edenler emperyalizmle işbirlikçiliğin tek yolunun cemaatçilik olduğunu sakın iddia etmesinler, tarih onları hep yalanladı ve yalanlayacak. Bundan cesaret alarak iş yapmaya kalkışanlar bu ülkede dengelerin bir gün mutlaka değişeceğini ve o zaman bugün yaptıklarını izah edemeyeceklerini bilsinler.