Sosyal demokrasinin faşizm çağrısı

Erdoğan ve AKP gidecek de, iktidara sosyal demokratlar mı gelecek? Türkiye’nin üzerine çöken krizden, AKP’den pek bir farkı bulunmayan şu sosyal demokrat mafyayla mı çıkılacak? Erdoğan ile Kılıçdaroğlu ekibi veya Türkist Akşener ya da Kürdist sosyal demokratlar arasında nitel bir fark var mı?

Bunlar, yanıtı olumsuz sorulardır.

Enkaz halindeki Türkiye’de, siyaset sahnesinde iktidar arayan “demokratların” hepsi, kapitalizmin bekasına yemin etmiş küçük tüccar mafya gruplarıdır. Son derece militandırlar.

İyi de, ne oluyor?

* * *

Bir şey yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Tıpkı “sosyalizm veya İslamcı iktidar” ikileminde çırpınan çok etnikli/mezhepli/dilli İran gibi: Türkiye yakın bir gelecekte ya Türk-İslam ve Kürt-İslam sentezleriyle parçalanacak ya da ilerici müktesebatından (“Behice Boran-Mahir Çayan” modülü) aldığı güçle sosyalist bir atılım sonrasında bütünlüğünü koruyacak ve hatta yeni bölgesel ittifaklarla anti-emperyalist bir bölgesel büyük güç halini alacak. İkinci olasılık etnik, dinsel, kimliksel kozmopolitizmi aşan bir sosyalist deneyime işaret ediyor. Zor.

Ancak ne olursa olsun, mevcut halin devam etmesi mümkün değil. Deprem her an vurabilir.

Deprem?

Kriz, yani. Uzun süredir bağırdığımız kriz, bırakın sol cemaatleri, artık en azgın kapitalist ruhların bile dilinde. Yolun sonuna geldiklerini, 2019 Türkiyesi’nin müthiş bir depreme sahne olabileceğini söylüyorlar. Daha doğrusu ağlıyorlar.

Peki, sosyal demokrasi (sivil toplumcu, çevreci, etnikçi, cinsiyetçi, kültürcü, kimlikçi vs. tüm çeşitlemeleriyle) bu çöküşe bir çare olabilir mi?

Mümkün değil. Bu çöküşün tek ilacının sosyalizm olduğunu kabul etmekte güçlük çekiyor herkes, ama acı gerçek ortada. Yönetim katlarına dikkatli bakan görebiliyor: Erdoğan bir tür sosyal demokrat ve sosyal demokrat muhalefet de bir tür Erdoğan aslında. Yok birbirlerinden pek bir farkları. Türk-İslam sentezi ve Kürt-İslam sentezi, ruh ikizleri sosyal demokrasiyle birlikte bir bütün oluşturuyorlar. Yıkıcı bir bütün. Karşılıklı sinirlilikleri biraz da bundan. Birbirlerine benzemelerinden rahatsızlar.  

Farkları olmadığını aslında sadece Alman sosyal demokratları ve yeşilleri 2002 sonunda görmüş/desteklemiş değildi. Başkaları da gördü. Hepsi gördüler. Herkes, AKP’nin bütün diğer partilerin bir devamı olduğunu gördü, o nedenle şimdi sağda solda ağlaşan eski medya  ve gemi aslanları (Ahmet Altanlar, Can Dündarlar, Ruşen Çakır-Nuray Mert-Murat Yetkinler, Kadri Gürsel ve Enis Berberoğlu vodvilleri, özetle çeşitli renklerdeki Birikim döküntüleri) bu İslamcılara destek verdiler, askeri vesayetin kaldırılacağı beklentisiyle “kandırıldılar“. Kandırılmaya teşneydiler, biraz da haklıydılar, çünkü Erdoğan sosyal demokrasiyi, sosyal demokrasi de Erdoğan’ı pek öyle bir “bünyeye yabancı unsur” saymıyordu.

Hatırlansın: Erdoğan iktidara gelince Kemal Derviş politikalarını, sosyal demokrasinin kurtarma operasyonlarını aynen sürdürdü ve bunun için çok övüldü; hatta “başarıları” buna bağlandı. Başarı? Evet: Cumhuriyeti birlikte yıktılar!

Sosyal demokrasi veya liberal solla İslamcı faşizm arasında dünya emperyalist sistemi kapsamında pek bir fark olmadığını herkes biliyor. Bunu açıkça ifade etmemeleri, kapitalizme içkin bir iktidar hesabı yapmalarındandır. Kılıçdaroğlu ekibi veya bu ekibin açık dinci-milliyetçi müttefikleri başka ne yapacaktı? HDP ne ki?

İlk kez yapmıyorlar, bir geleneği sürdürüyorlar.

Nasıl mı?

* * *

Gelmek istediğimiz bir yer var...

Geriden alarak başlayalım: Ekim Devrimi öncesinden beri farkındaydık, sonrasında rol modeli iyice açıklık kazandı: Sosyal demokrasi, sosyalist devrim tehdidi sahne aldığı andan itibaren açık  bir sosyalizm karşıtlığıdır. Acımasız bir sosyalizm düşmanlığıdır. Sosyal demokrasi, komünist partilerin Ekim Devrimi sonrasında art arda koptuğu yıllardan beri, sosyalist bir iktidarı önlemek için sahnededir.

Bunu herkes biliyor artık.

En çok da radikal sol sanılan/sayılan cemaatler... Artık ne kadar radikal ve ne kadar solsalar... Sonuçta bu “radikal” geçinen “sol”, sosyal demokrasi ve benzeri akımların siyasal başarılarından devrim devşirebileceğini düşünebilecek kadar siyaset dışıdır, ama özellikle orta sınıflarla akraba entelektüel çevreler üzerinden büyük etkisi olduğunu biliyoruz. Bir karşı devrimle sosyalizmi Avrupa’dan kazıyabildiğini de unutmadık. “Radikal solcular” burjuvazinin has kadrolarına hep yakın durmayı, sosyal demokrasi ve onun çevreci, kimlikçi vs. “demokrat” versiyonlarına uzak kalmamayı iyi biliyorlar. Örnekleri çok.

Ancak, bizi ilgilendiren bu değil.

Başka bir şey... Bir yanılsama... “Olmayacak duaya amin” ayini... Sınıflar mücadelesinin tehlikeli çapak veya yongalarından biri. 1989’a bakınca en tehlikeli çapak da diyebiliriz: Sosyal demokrasinin yeni versiyonlarıyla da sosyalist bir hükümetin önünü açabileceği aymazlığı...

Kemal Okuyan’ın uyarısını yinelemiş olalım: Tam tersine... Faşizmin ve otoriter kapitalizmlerin kapısını açıyor bunlar. Bülent Ecevit, 12 Eylül faşizminin de 2002 sonundaki İslamcı faşizmin de önünü açan, o faşizmleri göreve çağıran bir simgedir: Sosyal demokrasi başka nedir?

Bu asırlık yanılsama, sosyalizm düşmanlığından sosyalizm çıkarma hesabı, temelsiz değil, evet: 1917’de, sonunda Alexander Kerenski’nin başbakanlığına kalan geçici Rus hükümeti, elbette arzusu dışında, iktidarın bolşeviklere geçmesini sol tarihe bir devamlılık olarak yansıttı. Kerenski-Lenin izleği, tarihe bir ardıllık olarak geçti. Devrimciler, despotik rejimlere karşı siyasal iktidarı devrimci olmayan soldan, hadi “liberal soldan” diyelim, kolayca devralabileceklerini, böylece sosyalizmi kurabileceklerini düşünmeye başladı 1917 Ekim Devrimi ile birlikte. Bu, özellikle faşizmlerin damgaladığı geçen yüzyılda, sosyalizmi neredeyse kazıyan bir kolaycılık oldu.

Tarihsel bir arka planı var, dedik: 1989’un gerçek mimarı olan Alman bakışından bir örnek verebiliriz.

Alman burjuvazisinin, daha doğrusu emperyalist demokrasinin yılmaz medya savaşçılarından Thomas Schmid, ki 68’in epey bir solundan büyük medyanın en yukarılarına kadar tırmanabilmiş bir yetenekli yazıcıdır, “Ekim Devrimi’nin 100 yılı” başlığıyla uzun süre yönettiği Die Welt’te ilginç bir değerlendirme yazmıştı o yıl. Schmid’i, Türkçeli okura şöyle anlatmak mümkün: Ertuğrul Özkök’ten Hasan Cemal’e, ondan Enis Berberoğlu ve Ruşen Çakır’a, onlardan da Kadri Gürsel ve Murat Yetkin’e, hani çok gençken sola bulaşmış bütün bu tilkileri toplayıp entelektüel kapasitelerinin ortalamasını alın, ama bu ortalama kapasiteyi sonra 10’la falan çarpın, işte böyle “sıradan” bir sosyalizm düşmanı elde edersiniz. (Hep iddiamızdır: Gericilerimiz Batı’daki emsallerinin döküntüsüdür, ilericilerimiz ise Batı’daki ilericilerin çok ilerisinde bir entelektüel kapasiteye ve siyasi ferasete sahiptir.) Neyse, sonuçta sosyalizm düşmanlığında bizimkilerden geri kalmaz, ama onlardan çok daha yüksek bir entelektüel kapasiteyi temsil eder Thomas Schmid. İşte bu hazret, 6 Kasım 2017 tarihli Die Welt’teki yazısında, Kerenski’nin anılarından bir alıntı yapıyordu: “Elimden, sessizce aydınların, askerlerin ve işçilerine beyinlerine zehrin nasıl sızdığını seyretmek dışında hiçbir şey gelemiyordu. Gerek benim otoritemin gerekse hükümet otoritesinin altı oyuluyordu.”

Kerenski’nin geçici hükümette önce adalet bakanlığını, sonra savaş bakanlığını ve en sonunda de ek olarak başbakanlığı üstlendiği, ondan da Bolşeviklerin iktidarı aldığı bir süreçtir önümüzdeki. Şubat Devrimi’nden Ekim Devrimi’ne geçiyoruz.

Çarlık despotizmine darbe indirdiği varsayılan liberal, sosyal demokrat bir siyasetin/hükümetin, sosyalist devrimci bir hükümetin önünü açacağı iyimserliği işte ilk bu tarihsel gelişmeden güç almış görünüyor. Çok da haksız değillerdi. Bütün 20’nci yüzyılda, çeşitli liberal renkleriyle Alman sosyal demokratizmi sosyalizmi Avrupa’dan 1989’da kazıyıncaya kadar, buna emperyal merkezler çok inandı.

Schmid, hatırlatıyor: Alexander Kerenski, 1970 yılında New York’ta öldüğünde, oradaki Rus Ortodoks Kilisesi hazrete Hıristiyan gelenekleriyle bir cenaze töreni yapmayı reddetmiş, gerekçe olarak da Rusya’da komünizmin zaferinden onun sorumlu olduğunu göstermişti.

Bu “şike cepheleşmeye” dünya solu kolay inandı. Bize bakalım: Bugün TKP, başka birçok şeyin yanında, bu kirli efsanenin, bu ahlaksız masalın paramparça edilmesini de simgeliyor.

Geçmiş, kötü gerçekten: 1960 ve 1970’lerde özellikle Avrupa komünist partileri bu “ardıllığı” ve “sorumluluğu” çok abarttı, sosyal demokraside sol iktidar arifesi gördü, sonuçta kendilerinin sonunu hazırlayacak bir aşamacılıkta karar kıldı. Sosyal demokrasi bütün versiyonlarıyla, böyle verimli bir tarihte sosyalizmi Avrupa’dan kazıyıncaya kadar ve ondan sonra daha hâlâ, bu aşamacılık zehrini sosyalistlerin beynine akıtmış oldu. Dünya komünistlerinin, sosyal demokrasiden sosyalizme değil, otoriter bir kapitalizme, faşizmlere geçilebileceğini anlaması zor oldu. En büyük hizmetinin Türkiye’ye komünizmin gelmesini önlemek olduğunu giderayak ilan edip bu dünyadan öyle çekip giden Bülent Ecevit’in aslında 12 Eylül’ü ve AKP yıllarını hazırladığını, burada bizimkiler hâlâ kabul edemiyor, ama gerçekler dünya arenasında sosyal demokrasinin faşizmleri veya faşizmle yakın akraba otoriter rejimleri öncelediğini gösteriyor. Sosyal demokrasi faşizmin beslemesidir ve tersi, faşizmler sosyal demokrasinin beslemesidir.

Yavaş yavaş anlıyorlar: Sosyal demokrasi diye masaya konulan yemek, emekçi sınıfların ve aydınlanmanın sonunu, kapitalizmin karanlığına gömen bir tutarlılıktır. Faşizmlerin ve/veya otoriter kapitalizmlerin önünü açmaktan başka bir görevi bulunmuyor.

Bunun böyle olduğunu Brezilya başta olmak üzere Güney Amerika’da ve başka her yerde görmek mümkün.  Sosyal demokrasi, sosyalizmin kanını emmek üzere sahne almış bol makyajlı bir vampirdir. İsteyen eski Yeşilçam tiplemelerine bakarak “Önder Somer veya Nuri Alço” da diyebilir. Her neyse...

Peki, değil midir?

* * *

Sosyalist  bir hükümet kurmak isteyenlerin, plancı, kamucu, dinin kamu yönetiminden dışlandığı bir emekçi iktidarı için önce bu asırlık şikeden kurtulması, kendilerini bir yanlışlık, bir anomali, bir gereksizlik olarak görmemesi gerekiyor. Sosyal demokrasinin çeşitli uçları veya renkleri karşısındaki tarihsel aşağılık kompleksinin, tüm yönetsel bağları kopararak yerle bir edilmesi şart, sosyalist iktidar için...  

Türkiye krizinde bu aşamaya gelmiş bulunuyoruz. Sosyal demokrasiyi yine pazarlayacaklar, ama sosyal demokratların ipliği pazara öyle bir çıkmış durumda ki, herkes şaşkın...

Bizim dışımızdaki bir şaşkınlık bu. Biz niye şaşkın olalım? Sadece yerel seçimlere “Hemen, şimdi, derhal sosyalizm” sloganlı tek parti olarak olarak katılan TKP’nin sosyalizm için devrimci çevrelerle ittifaklar kurabilmesi ve 16-17 Şubat’ta dünyanın aşkın komünistlerini İstanbul’da bir araya getirmesi bile umutlu olmak için bir neden...

Devrimcilerimiz farklıdır, dedik. Bu satırları, her şeyiyle romanesk bir devrimci olan Şevki Ömeroğlu için dostlarının hazırladığı kitabı (“Sınırda Yaşamak”) bitirirken tamamlıyorum. Dış dünyanın bizim güzel insanlarımızdan, bizim uçlarda yaşamayı, sınırlar aşmayı sessiz sedasız üstlenebilmiş yüce gönüllü, fırlak zekâlı devrimcilerimizden öğreneceği o kadar çok şey var ki...

Şevki haklıydı: Bize ölüm yok!