AB'nin efendisi ve Ecevit tilkilikleri

Anladık, Almanya'daki sermaye ve siyaset sınıfı gerekli kayıtları tutuyor, notlar alıyor.

Şöyle, misal: Almanya'ya İran ve Türkiye'nin elitleri, uzmanları, kısacası “kalifiye işgücü” geliyor. Bir başka deyişle, uzman emek, aydın adayları vs. Türkiye'den kaçıyor, Almanlardan sığınma talebinde bulunuyor. Suriye ve Irak'tan gelenler ise “ayaktakımı”, yani niteliksiz işgücü. Hepsi Almanya'nın ağzına bakıyor.

Federal Göçmen ve Mülteci Dairesi (BAMF) istatistikleri, böyle. Bu daireye göre, 2018 yılında Türkiye'den Almanya'ya sığınma başvurusunda bulunanların hemen hemen yüzde 60'ı (tam rakamla yüzde 59,3'ü) Türkiye'de en az bir yüksekokula devam etmiş bulunuyor. 2017'de bu oranın yüzde 46 olduğu dikkate alınırsa, bizim memleketten Almanya'ya  sığınma başvurusunda bulunanların ezici çoğunluğu, üstelik artarak, Türkiye'nin kıt kaynaklarından yararlanmış, dolayısıyla “nitelikli” denebilecek işgücü kapsamındaki insanlardan oluşuyor. Kimilerine göre, 1933 sonrasını tersinden yaşıyoruz.

Medyada manşetlerden hafta sonunda işlenen bu rakamlar, İran'ın bu emek veya “uzman emek” ihracatının  bize benzediğini gösteriyor. İran'dan Almanya'ya sığınma başvurusunda bulunanlar içindeki nitelikli emeğin oranı Türkiye'den çok düşük, ama Irak ve Suriye kökenli sığınmacılarla karşılaştırıldığında yine de yüksek sayılabiliyor. 2018 yılında Almanya'ya sığınma başvurusunda bulunan İranlıların yüzde 47,5'i yüksekokul öğrenciliğinden geçmiş.

Suriyeli ve Iraklı sığınmacılar, ayak işlerine bakabilecek kapasitedeler, kısacası. Ama Türkiye, elitlerini hızla Almanya başta olmak üzere Batı'ya kaptırıyor. Teknokratsia kaçıyor, inteligentsia kalıyor.

Bu “malumun ilamı”ndan çıkaracağımız ek sonuçlar var.

TÜRKİYE NEFRETİ: FAŞİSTLER HEP BAHANE

Almanya'daki  Türkiye kökenli 3 milyonluk toplumun ciddi bir cazibe merkezi oluşturduğunu kabul etmek gerekir. Trajedi, bundan 39 yıl önce de farklı değildi. 12 Eylül'de Türkiye'den kaçan nitelikli işgücünün, devrimcilerin büyük çoğunluğu, gerçekten gelişkin beyinlerden oluşuyordu. Ama demokratik kapitalizm veya emperyalizme karşı aşılı olmadıklarını çabuk gördüler.

Avrupa'ya ve en çok da Almanya'ya kaçtı insanlar. İlk birkaç yıl solculuk kavgasını sürdürdüler, ama sonra yerle bir oldular. Tabutta veya birer canlı cenaze (“demokrat”) halinde ülkeye dönüş yaptıklarında, solculukla hiç ilgileri kalmamıştı. Cem Karaca tipik bir örnektir. Reel sosyalizm nefretlerinde (sözde “eleştirilerinde”) haklı çıktıklarına tamamen inanmışlardı “Berlin Duvarı” yıkılınca. Kendilerini hâlâ solcu sanıyorlardı gerçi, ama tükenmişlerdi. İstisnalar ise kaideyi bozamayacak kadar istisnaydı. Tek bir entelektüel çıkış, aşkınlık göremedik. İsteyen şu Aydın Engin-Oya Baydar veya Taner Akçam imzalı çöplere bakabilir. Bu “türün” bugün artık bir sürü televizyon kanalı, sosyal medya hesabı vs. var. Âlem buysa, kral onlar.

Ezilip gittiklerini, solculuklarını kustuklarını hiç anlamadılar. Sosyalizm ve Türkiye düşmanlığı doğrultusundaki değişimleriyle övündüler. Emperyal demokrasinin kucağında, içinden çıktıkları ülkenin ve cumhuriyet rejiminin tam bir anomali  olduğuna yemin ediyorlardı. Böyle bakınca hem Almanya'da hem de Türkiye'de kabul gördüklerine inanıyorlardı, eh, haksız da değillerdi.

Bugüne bakalım...

Bakalım, peki: Türkiye'nin çok kıt kaynaklarla zar zor yetiştirdiği aydın deposu geniş katmanların bu neredeyse kitlesel kaçışı, hiç hayra alamet değil. Ama bir şey ortaya çıkıyor. Türkiye'de kalanlar ve sosyalizm mümkün diyenler, sadece onlar (“inteligentsia”)  bu nitelikli işgücünün, bu aydın adaylarının, teknokrat birer katile dönüşmesini engelleyebilir. Aksi takdirde, Fetö'nün gidip Menzil'in vs. gelmesi gibi, Erdoğan'ın yerine İmamoğlu kabilesinin müttefikleri ile birlikte Türkiye'nin boğazına çökeceğine tanık olacağız. Kendi tarihine ve halklarına bırakın yabancılaşmayı, onlara ve sosyalizme düşmanlığı seçmiş, emperyalist kurumların tek ilaç olduğuna inanmış on binlerce militanın Türkiye'nin parçalarına el koyacağını göreceğiz.

Kılıçdaroğlu-İmamoğlu-HDP zihniyeti, MHP ve AKP'nin uyumlu unsurları eşliğinde eski Ecevit rüyasını gerçekleştirebilirler. Kendilerince tabii...

ECEVİT TİLKİLİĞİNDEN BUGÜNÜN DEMOKRAT BARBARLARINA

Ecevit'in 12 Eylül senaryolarından biriydi, malum: Asker gelecek, faşist bir rejim kuracak, Bülent Bey birkaç ay hapis yatacak, ama hemen ertesinde demokrat bir hükümetin başına konacaktı; demokrasi havarisiydi çünkü. Tutmadı.

40 yıldır gerileyen, cumhuriyetin tek tük elle tutulur kurumlarının da kazındığı bir cehenneme dönüştürülen ve parçalanmayı bekleyen Türkiye'de, Kılıçdaroğlu/İmamoğlu ekibi (ki bir süre sonra Kılıçdaroğlu bu formülden silinecektir) tarikatların resmileştirildiği ve devletin garantisine sahip kılındığını parça pinçik bir ülkenin başına geçebilir, görevi devralabilir. Sermayenin buna hiçbir itirazı olamaz.

Batı'ya, özellike de Almanya'ya kaçan “aydınlar” da, bu bataklıkta istedikleri kahraman rolünü oynayabilirler.

Hep söyledik: Halklar çürütülebilir. Aydın depoları çürütülebilir. Her şey çürütülebilir. Her şey çürütülmelidir ki, sermaye iktidarı kalıcılığını garantiye alabilsin. Bütün sınıfların enkaz altında kalabileceği bir finale doğru gidiyoruz sonuçta. Kapitalizm tam bir felaket.

İki şey ekleyerek bitirelim.

Bir: Bu kapitalist-emperyalist çürümenin tek panzehiri, Türkiye'de sosyalist bir aşkınlığı, sosyalist bir cumhuriyeti savunmaktır. Sosyalizm dışında Anadolu ve çevresini sadece derinleşen felaketler bekliyor. İmamoğlu'na bakan Ecevit'in gerçek yüzünü görebilir. Anlayın artık.

İki: Almanya merkezli Avrupa'da, Türkiye aydını için müthiş bir çarpışma arenası ortaya çıkmış bulunuyor. Türkçeyi ve siyaseti, bu arenada şu yeni gelenlere ve onların antikomünist dostlarına bırakmak aydın olmanın ve sosyalizmin reddidir. Demek ki, medyaya ve kültür endüstrisine Avrupa'da da müdahale etmek, bu gelenleri ve pohpohlananları solun dışına atmak için mücadele vermek gerekiyor. Emekçi katmanlara da aydın savaşları üzerinden ulaşabiliyoruz çünkü. Bu da medyaya entelektüel bir müdahale üzerinden olur. Kendini görünür kılmayanın, perde gerisinde yaptıkları pek önemli değil. Belki kültür alanından başlayarak yeni adımlar atılması gerekiyor.

Ne için?

Buranın egemenlerine bile “Bir şu kapımızdan ayrılmayan, bize siftinen uşak sürüsü var, bir de bizi asıl sorumlu sayan sekter ama gerçekten derin sosyalistler” dedirtmek için.

Kurban olmamak için, kendimizi  ayırmak, ayırırken de aydın ve emekçi katmanlar nezdinde tüm aşkınlığımızla görünür olmak zorundayız. Bu da iş yaparak mümkün. “Bunlar zaten kapitalist-emperyalist” demekle olmuyor bu işler. Medya ve kültür endüstrisi başta olmak üzere, arenaya çıkıp, her ayrıntıda kendi dünyamızı işleyerek somut bir alternatif olduğumuzu göstermek durumundayız. Zor tabii.

Her ölüm zordur, her doğum zordur.