Yaşamaya dair...

Hayatımın en zor günüydü.

İnsan yüreğinden bir parçayı yolcularken büyük acılar çekiyor, babamı yolcularken de koca bir kahır gelip çökmüştü içime.

Ağlayamamıştım.

Sonra nasıl oluyorsa oluyor, zamansız yakalanıyorsun gözyaşlarına, ya gecenin köründe ya sabahın ilk ışığında ya bir yol ortasında.

Bu kez sahnede yakalandım.

Gelip saplandı içime gülüşler, sevinçler, hüzünler ve acı büyüdü.

Önce kalabalığı gördüm, adeta kuşatıldı Muhsin Ertuğrul Sahnesi, umutlandım.

Sevinç bastı bağrımı.

Binlerle insan bir insan için kopup gelmişlerdi, hem de her yaştan.

Ağlayanlar gördüm, kızgınlıklar, öfkeler gördüm, umutsuzlar, umutlular gördüm, çocuk gülüşlüleri gördüm.

Şaşırtıcıydı basının ilgisi, hemen hepsi canlı yayın yaptılar.

 Aralarından birileri fısıltılı seslerle ‘Devrimci Tarık Akan’ filan dediler, birileri ‘cici çocuk’ birileri, ‘fotoroman yıldızından yaratılmış star’, kimileri ‘sinemanın yakışıklısı, genç kızların sevgilisi’ dediler.

Sanal medyada küfürler yağdıran güruh oluştu.

Tüm dinci-gerici tayfa salyalar saçtılar.

Beceremediler.

İnsanlık galip çıktı.

Erdem, onur, şeref, haysiyet, vicdan diyenler, eşitlik diyenler, özgürlük diyenler, aşk diyenler, barış diyenler, kardeşlik diyenler, bağımsızlık diyenler yolculadılar Tarık Akan’ı, hem de yalnız İstanbul’daki törenlerle değil, işlerini güçlerini bırakıp TV başlarına kilitlenerek, milyonlara ulaşarak yaptılar bunu.

Salona provalar sırasında çöktü hüzün.

Taş Mektepli Ali boynuma sarılıp hıçkırınca saplandı yüreğime hançer.

Sanatçı arkadaşlarımın hiçbirini böyle görmemiştim daha önce.

Hüzün alınlardan taşmış gövdelerini kuşatmış, ne ağızlardan çıkan sesler onların ne davranışlar.

Bir köşede Rutkay Aziz’i yakalıyorum ağladı ağlayacak, Zülfü Livaneli almış başını ellerinin arasına sahnenin tavanına bakıyor, Fazıl Say bir şeyler mırıldanıyor hıçkırır gibi, Genco Erkal bakakalmış bir noktaya gözlerini oradan ayıramıyor, Güvenç Dağüstün’ün elleri titriyor, Arif Keskiner vermiş sırtını sahnenin yan duvarına ayakta durmaya direniyor, Kıymet Coşkun’a elini sürsen ah diyecek hali kalmamış, Turgut Kazan yüzünü kapatıyor, bir yerlerde Menderes Samancılar’ın gözlerine saplanıyorum, ‘ağlama’ diyor bana.

Zor biliyor musunuz, zor.

Yürekten bir parça yolculamak ölmekten daha beter çünkü.

Salon doldu demek hata, salon tarihinin en kalabalık anlarını yaşadı.

Dışarıda insan seli, Tiyatrodan Camiye kadar insan.. insan.. insan.

Törene başladığımızda salondan duyduğum ‘o sarayın soytarısı değil halkın sanatçısıydı’ ilk sesti.

Yalnız olmamak ne güzel sevinçtir bilir misiniz?

Çok olmak, çok olup aynı şeyleri haykırmak, aynı türküleri söyleyip aynı şiirlere dokunmak, ne demektir bilir misiniz?

Bunu söylerken ‘bizi cenazeler birleştiriyor’ diyenleri anımsıyorum.

Doğrudur belki.

Acılara tutunuyoruz ya ondandır.

Acılarımızı haykırarak insanlığın yüreğine yüreklerimizi katmaya çabalıyoruz ama ne çare, vicdan çürümüş, ulaşamıyoruz.

Her şeye rağmen akışı olağan gidişine bırakmamaya çabaladık.

Kimse yazmadı, çizmedi galiba ama saygı duruşu yapılmadı, yaptırmaya gerek kalmadı, yani ‘şimdi saygı duruşu’ demeye, çünkü daha ilk cümlemi kurduğum andan itibaren salon ayaktaydı ve Tarık Akan’ı alkışlıyordu, kalakaldım.

Nebil Özgentürk’ün belgeselinden sonra konuşmalar yapıldı.

Daha ilk adımda Özlem’in konuşmasıyla hüzün çoğaldı salonu doldurdu, Rutkay Aziz’in konuşmasıyla saplandı kaldı.

Taş Mektep Çocuklarından sonra Fazıl Piano’nun başına oturduğunda salonda karınca sessizliği vardı, ön sırada oturan Bedri Baykam’ı ağlarken yakaladım.

Bu canım ülke ve insanlık için bir armağan olan Genco Erkal Yaşamaya Dair’i okurken Sadık Gürbüz’ün başını öne eğip hıçkırdığını gördüm, Metin Deniz’in kendi sessizliğine teslim oluşunu gördüm, Aydemir Güler’in sevgiyle ve umutla Genco ağabeyi seyrini gördüm, Levent Tüzel’in iç çektiğini gördüm, Tamer Levent’in gözlerini sildiğini gördüm,Ataol Behramoğlu’nun umudunu gördüm, iniltiler duydum salondan.

Sonra Yiğidim Aslanım söylenirken tüm salonun şarkıya eşlik edişini yaşadım, ülkemin en güzel korolarından biri çıktı ortaya, tüm salon ve sahnede Nâzım Korosu.

Şef İbrahim Yazıcı gözlerini kısmış, hayatın sesini dinliyordu.

Bitti.

Son sözlerimi söyledim.

“Karanfil Kızıldır, Tarık Akan’da Kızıldır ve Kim ne söylerse söylesin ikisi de insanlık yaşadıkça kızıl kalacaklar.

Gericiliğe ve sanat-sanatçı düşmanları yobazlığa inat.”

Çıktık.

Sonrası Teşvikiye.

İnsan selinin ortasında kaldık.

Kalabalığın içinde Ankara’da bir Ocak ayını anımsadım.

Kar ve yağmur ve soğuk bir Ocak ayı, binlerce siyah şemsiye düştü aklıma.

Kalabalıktık, mahşer olmuştuk.

Kalabalığız, mahşer olduk.

Durdum bir köşede.

Sonra gidip dokundum tabuta, Barış ordaydı, Özlem ordaydı sarıştım çocuklarla.

Bakırköy, sen hep var ol emi kardeşim.

Öyle kal, hep aydınlığın, sevginin, barışın, kardeşliğin, sıcacık gülüşlerin ilçesi.

Binler oldunuz.

Tarık Akan bin kez daha Tarık Akan oldu.

Tüm saltanat sevicilere, saray soytarıları tapınmacılara inat.

Sürü kazandı, Yol kazandı, Maden Kazandı, Hababam Sınıfı kazandı, 1 Mayıslarda en önlerdeki gülüş kazandı.

[email protected]