Plaklardaki fasitdaire; Okan Aydın

Ne aradığınızı bilmediğiniz anlarda Galatasaray’dan yokuş aşağı bırakın kendinizi, sağdan sağdan. Yol ayrımına vardığınızda, yanı başınızdaki dükkânın içinden gelen kuvvetli ışık huzmesini izleyin; sağlı sollu plak raflarıyla çevrili koridorun sonunda sizi bekleyen güler yüzlü konuşkan adam neye ihtiyacınız olduğunu söyleyecek.

Ayak bastığınız semavi olmayan cennetin, yani Kontra Plak’ın sahibi Okan Aydın olur kendisi ya da namı diğer fasitdaire…

***

Üç kardeşin ortancası Okan, 1973 doğumlu, seksenlerde ergen, doksanlarda genç. Müziğin ilk zehrini, odasını posterlere donatan ultra Jethro Tull manyağı abisinin elinden içmiş, minnetini montunun sırtına deri Ian Anderson patchwork’ü yaparak göstermiş.

Abisine Rush ve Marillion’ı ihmal etmeden benzersiz dünyalar keşfeder; geceleri ninni dinler gibi kulak verdiği radyodan Deniz Pınar, Barbaros Devecioğlu, Necati Tüfenk ve Etkin Asaf’ın yaptığı programları kasete çekerek arşivler, gündüz saatlerinde de dinler, dinler, dinler…

4AD topluluklarını tanıdığında, post-rock kelimesini ilk kez duyduğunda Suadiye Lisesi’ni bitirmiş, Marmara İngilizce İşletme’nin yolunu tutmuştu. Indie müziği ise kafasında, Zihni’ye doldurttuğu ilk doksanlık kasetin B yüzündeki “Doolittle” adlı Pixies albümünün açılışındaki “Debaser” parçasıyla özdeşleşmişti. A tarafı mı? PJ Harvey’in “Dry”ı tabii ki…

Tahsiline ters düşüyordu bu heves. Hissediyordu, sıra dışı seslerin karanlık girdaplarına doğru çekiliyordu. The Wire dergisini keşfedince kayış koptu. Satır satır değil, satır aralarını bile okuyordu, tam büyük çılgınlıkların eşiğindeyken araya askerlik girdi. Sonrasında da kurumsal hayat…

***

Yengeç burcuydu, takım elbiseleri çekip kravat taktığı 12 yıl boyunca kazandığı paranın çoğunu müziğe yatırdı; iş dünyasında geçen yılların tesellisi mi dersiniz, acısını çıkarmak mı? Araba satarken bile, yeni müzikler keşfetmek hiç eskimeyen mottosuydu.

Bazı sözcüklere zaafı vardı, çekirdek çıtlatmaya olduğu gibi; experimental, doğaçlama, glitch, abstract, minimal gibi laflar bir albümün kritiğinde geçmeyegörsün, ne yapar eder mutlaka ulaşırdı.

Hayatının dönüm noktalarından biri, çalıştığı otomotiv firmasının bayisi olan Mete Tavukçuoğlu’nun bir radyo kuracağını duyar duymaz, elinde CD’lerle dolu bir valizle odasına daldığında gerçekleşti. Ve böylece 2003 yılında Nota Bene adlı programa başladı Dinamo FM’de. Üç yılı aşkın bir süre kesintisiz sürdürdü, önce banttan, ardından canlı.

Yanı sıra Trendsetter dergisine ufak tefek müzik kritikleri yapmaya başlamıştı ki, bu da artık çevresinin, dünyasının ve geleceğinin değiştiğini, kaderinin geriye dönülmez bir noktaya sürüklendiğini ve müzikle evlendiğini gösteriyordu.

Phonem By Miller festivalinde Amon Tobin konseri öncesinde fasitdaire lakabıyla DJ’lik yapacağı için yakasına taktıkları “sanatçı” kartı, bunun kanlı canlı deliliydi.

***

Tam müzik kurbanları koğuşuna girmişti ki, iki hadise tahliyesini getirdi. Önce bir kız çocuğu sahibi, ardından şirkette müdür oldu. 2006 yılında radyo mesaisini sonlandırmak zorunda kaldı.

Dört teker dünyasında yolun sonuna geldiğinde, müzikten uzak kalmama sevdasına Pozitif macerasına atıldı; önce pazarlama direktörü olarak girdiği firmada, sonradan Doublemoon, dergi ve internet radyosu gibi doğrudan müzikle ilgili işleri sırtladı.

Ağır ağır müzikle ilgili ritmini bulmaya başlamıştı ki, piyasanın radikal dönüşümü sonucu mevcut projelerin bitmesiyle, bu dönemi de kapattı, yuvadan uçtu.

İki yol vardı, kurumsala dönmek istemiyordu, aksi takdirde bunun manevi bir trajedi olacağını, müzikten koparsa etinden et kopacağını biliyordu.

Diğer seçenek bir müzik dükkanıydı, ancak piyasadaki dükkanların bir benzerini açmak anlamlı değildi; konsept düşünüyordu. Sadece plak alışverişinden ibaret bir yer değil, şehrin kültür-sanat yaşamından oksijen alan bir yer istiyordu.

2012 Haziranında Kontra Plak açıldı.

***

Sanatçıların ve müzik âşıklarının uğrak yeri olan butik mekân, Record Store Day’i sahiplenen ilk yer oldu. Warhol’un Fabrika’sına gönderme yapan partiler verildi; İlhan Erşahin, Genç Osman, Tuluğ Tırpan, Selen Gülün gibi isimler canlı performanslar sergiledi. “Dinleme Odası” adı altında onlarca insanın bir araya gelerek plak dinlediği seanslar yapıldı.

Tam bir zulacı; hiçbir şeyi atamıyor. Kolayca fark ediyorsunuz, Okan arşivleme ve düzenleme konusunda sapkınlık derecesinde mükemmeliyetçi; dükkândaki plak rafları evindeki egzotik içki şişeleri koleksiyonunun bir benzeri. 

O yüzden bakınırken plakların üzerinde ilginç hatta sarkastik notlar görürseniz şaşırmayın; Donato Wharton plağının üzerindeki “bu albüm rüyasal melodilerle, keyboard zırıltıları, bilgisayar gürültüleri, yırtık akustik gitarlarla dolu. Asimov’un kayıp film müzikleri gibi rahatsız edici güzellikle ses yapıları” gibi…

Okan dükkânı neredeyse dergâha çevirmiş, ama kendini âlim olarak görmüyor; daha ziyade kapıdan içeri girenlerden bir şeyler öğrenmeye çalışıyor. Günlük düşünmüyor, müzik seven insanları yaşam boyu dostlar olarak görüyor.

Onlara sıklıkla tavsiyelerde bulunuyor, ama (bir şeyler kakalandığını düşünmesinler diye) beğenmediklerini kayıtsız şartsız iade alıyor, zinhar para pul muhabbetine girmeden.

Ne aradığınızı bilmediğiniz anlarda buradan bir plak, bir de Okan’ın aydınlık yüzünden ve hoş sohbetinden yaşam enerjisi alın; üstelik ikincisi bila bedel…

 

Murat Beşer ([email protected])