Kronik Özer (2)

Seksenli yıllar hiçte -birilerinin anlattığı gibi- bolluk, refah ve özgürlük ortamı olmamıştı. Resmi ideolojinin klasik goygoyu olan “anarşiyi bitirdik” palavrası, aslında anarşinin aktörlerinin değişmesinden başka bir anlam taşımıyordu. Ortalık yüzünün piri silinmiş karanlık tipli heriften geçilmiyordu. Zımbalı bileklikli, kemerli, zincirli, uzun saçlı rakçılar artık solcuların bu günlerdeki acılarına ortaktı. Onlar da sadece medyanın değil, bu toplumda yaşayan tüm sivil ve üniformalı güçlerin faşizmini tadıyordu. Şimdi zaman direnerek varolma zamanıydı. 

‘84 kışının puslu bir günü, aralarında bizim Kronik Özer’in de bulunduğu lise sonda okuyan beş kafadar Sultanahmet’teki tacizlerden kavgalardan yorulmuş bir halde kapağı Bakırköy’e atmak için trene biniyor. Birkaç karşılıklı uyuz bakışmalarla geçen yolculuğun ardından İncirli Sineması’nın gişesinde buluyorlar kendilerini. Tam bir iki saat rahat edeceğiz derken sarkık bıyıklı pörtlek gözlü yer gösterici giriyor devreye sinkaflı küfürlerle, en hafifi:

- “Size TC nüfus kağıdı verenin ta a… koyiim!”

Sinirleri bozulan gençler cevap vermekte gecikmiyorlar, oturdukları yer balkon ve herif her yakından geçişinde küfre devam ediyor. Bu arada film başlamış, aydınlık sahneler bir çakmak ışığı ferinde etrafı aydınlatıyor. Bu anlarda adamın görebildikleri bir mesafeye birinin getirdiği birkaç kucak sopayı koyduğunu, ardından da bunları etrafındakilere dağıttığını fark ediyorlar. Durumun boka sardığını anlayan gençler, hızla üçe kadar sayıp çıkışa doğru koşmaya başlıyorlar. O sinir ve panikle çıkıştaki “gelecek program”, “pek yakında” afişlerinin olduğu panoları camları indiriyor. Yaklaşık 20-30 kişilik sopalı bir güruh merdivenlerden üzerlerine doğru koşuyor. Kaçmaya başlıyorlar, ön kapıdan çıkan birileri çeviriyor ama neyse ki tutamıyorlar. Caddeye çıktıklarında halen arkalarında aynı sayıda adam kovalıyor. Hava kararmıştı. Aralarından biri iyi koşamıyordu, akıl hastanesinin korusuna dar atıyorlar kendilerini. Orada saatlerce siniyor, ağaçların arasında yolu gözlüyorlar. Geçen arabaların farlarından görüyorlar, sopalı adamlar oralarda dolanıyor. Sonra küfürler ederek dağılıyorlar. O zamanlar sırtını karanlık güçlere yaslayan ve sokaklarda kendini devlet, yargıç ve cellat sanan az insan yoktu. Sanki şimdi az mı? Bunlar Tophanelerden Taksime yürüyenlerin, kafe sergi basanların ön örnekleri miydi?

Hani şu 1988’de Harbiye Açık Hava Tiyatrosu konseri var ya, dışardan “ne şahaneydi” dediğimiz. İşin aslına bakarsanız o da öyle yağ bal içinde geçmiyor bu ülkede rakçılar için. Konsere bir aydan fazla zaman var. O yıllarda fırt diye ses duyuran iletişim araçları falan yok. Radyo televizyon desen sadece TRT. Gazete desen hepsi seni malzeme olarak kullanıp, sonra tükürüp atmanın peşinde. Aptülika’nın dergi köşesinden başka neredeyse yok. Yapılacak en iyi şey afiş. İstanbul’u afişlemek denen iş en az üç dört günlük iş; Avcılar’dan Ortaköy’e, Üsküdar’dan Bostancı’ya… En iyi yerler de yaya üst geçitleri ve otobüs durakları. Ellerinde iki kova, içinde kostikler. Uzun saplı fırçalar, afişler, bir sıteyşına doluşmuş dört “olağan şüpheli.”

İlk gün vukuat yok, ikinci gün Beyazıt’ta kütüphanenin duvarına yapıştırırken:

- “Kımıldamayın eller havaya, duvara dizilin”

Polia arabalarına tıkıldıkları gibi, gözaltı. Nezarethanelerde yer yok, millet çay ocağına kadar taşmış. Her neyse alınıyorlar sorguya. Memur diyor ki:

-  “Boşuna direnmeyin, bu işi aydınlatacağız.”

Yahu neyi aydınlatacaksınız, bu bir konser afişi hem kocaman yazıyor en üstte “KONSER”. Ama hayır, cevval memur afişi masaya koymuş, Komiser Columbo gibi bakıyor yampiri.

Ardından çizimlerdeki kaş ve gözü bir şeye benzeterek, büyük bir keşif yaparcasına soruyor

“Hmm bu neyin nesi, söyleyin bakayım, bu çatılmış tüfek”

Bir gece Beyazıt karakolunda tutuluyorlar, sonra Gayrettepe şube karakolları arasında dolandırılıyor ve ertesi gün salınıyorlar. Anlıyorlar ki Aziz Nesin hikâyeleri uydurma değil.

***

Hades Records etiketiyle çıkan ilk albüm “Endless War”a kadar geçen zaman zarfının sonunda orijinal kadrodan sadece Özer kalmış ve topluluğun doğal lideri olmuştu. Herkesin artık bitmiş olduğunu düşündüğü trash’e yakın bir sound ile çalınan ilk albümün içinde bariz Venom ve Slayer etkileri vardı. “Her türlü otoriteye, anarko bir tavırla karşı çıkan” anti-militarist albümde, iyi müzik göz ardı edilmemeye çalışılmıştı.

İngilizce olmasının tek sebebi ise, o dönem bu müziğin ana dilinin İngilizce olduğuna dair yaygın kanı ve saplantıydı. Hâlbuki o güne değin hep Türkçe parçalar çalışmışlardı. Sonradan bunun yanlış olduğuna kani geldiler gerçi, ama ancak 12 yıl sonra çıkarılabilen ikinci albüm tamamen Türkçe şarkılardan oluşacaktı.

Her musibet onları buluyordu. Sanki üzerlerinde belayı çeken bir mıknatıs vardı. Bir rokerin böyle bir memlekette başına gelenlerin asla sonu olmayacaktı.

Hadi dediler yılmayalım, biz ne şartlardan geçtik, o yüzden zengin muhallebi çocuklarına benzemeyiz. Var güçleriyle çıkardıkları albümün tanıtımına sarıldılar. Para mara hak getire, şu albüm biraz ses getirsin kâfi, çalabilsinler biraz bir yerlerde; eh yanında birkaç şişe bira da içebiliyorlarsa ne ala!

Çok şey istiyorsun be birader; yaşadığın günler memleket tarihinin karanlık sayfalarına yazılacak bir derin devlet polisiyesi. Tam ayarladılar, Sıraselviler’de (sonradan Roxy olan) Machine adlı mekânda çalacaklar. Bir gün evvel Sivas Katliamı yapıldı. Şimdi çalsan bir türlü, çalmasan başka türlü…

Ha şu İngilizce konusu var ya! Ondan vazgeçmeleri konusunda yakın bir dostları kolaylıkla yanıt veremeyecekleri bir şey sormuştu onlara:

- “Bu müziği sadece kolejlerde okuyan zengin çocuklarına mı dinleteceksiniz?”

Özer’in de çalıştığı, -radyodan arkadaşı Erhan’ın- Demo Prodüksiyon adındaki şirket iflas etmişti, 2001 krizinde. Tam da yeni evlenmiş, mangır lazımken, eski davulcuları Fevzi aradı Miami’den, tesadüf:

- “Ne yapıyorsun Hacı”

- “Ne olsun valla, vaziyet bombok”

- “O zaman atla gel oğlum, orada sürüneceğine burada sürünürsün”

İyi de yol parası bile yok ki cepte. Hemen Barbo’yu aradı, Radyo Eksen’i yeni açmışlardı. Durumu anlattı, “bana bilet parası biriktirene kadar iş ayarla” dedi. O iş hallolunca, vize için de uyduruk bir konfeksiyon firması adına başvuruda bulundu, model bakmaya gideceğiz ayağına… Biletini bile almıştı, 13 Eylül’de yolcuydu, artık hazırdı.

Bu arada da ikinci albümün kayıtları sürüyor, evlilik bir yandan; işler tam arapsaçına dönmüş.

Tam şarkılardan birini kaydederken stüdyonun kapısı açıldı:

- “Abi bi ara verelim, çok acayip şeyler oluyor.”

Televizyonun başına toplaştılar, 11 Eylül saldırısı olmuştu. İş yattı, ancak 1,5 ay sonra gidebildi.

***

Yeni evlendiği eşini geride bırakma pahasına gitti Amerika’ya. İvedilikle İngilizce meselesini çözmeliydi, çünkü okulda Almanca okumuştu. Bu yüzden hemen bir dil okuluna yazılmaya gitti. Bulunduğu yer Miami South Beach; baktı ki etrafta İspanyolca ve Latin kültürü hâkim. Ortam güzel, ama gel gör ki iş yok.

Etrafı pasaportsuz, vizesiz, çalışma izinsiz insanlarla kaynıyordu. Burası tam bir Latin gettosuydu. Şansını başka birde denemeye karar verdi, İyice kuzeye gitti, Boston’u geçtikten sonra Kanada sınırına yakın bir yerde önüne çıkan ilk otelin önünde durdu. Aslında tek kurşunu vardı, o da elinden her işin gelmesiydi. Akü dolduruyor, kapı kilidi değiştiriyor, elektrikten kalorifere her çeşit tesisattan anlıyordu. İkinci el araba alıp-satan, ayrıca dökük bir oteli bulunan otelin sahibi yaşlı adam fark etti bunun elinden gelen işleri. Tam aradığı adamdı. Abi 75 yaşında eski bir Nascar pilotuydu. Yanında hurdacılık yaptı, ehliyetsiz araba kullandı. Sorarlarsa kafa kâğıdını gösteriyordu:

- “Bizim memleketin ehliyeti bu”

Burada altı ay kadar çalıştı; adam onu sahiplenmiş yasal olarak da koruma altına almaya çalışıyordu mümkün olduğunca, ama o günlerde Amerika’da yaşayan doğulular için pek iyi şeyler düşünülmüyordu. Hele hele babasının adı Hüseyin olanların hiç şansı yoktu. 2002 Dünya Kupası’nda Türkiye maçlarını seyrettiği gecelerin birinde, kapısı çalındı kırılırcasına. Onlarca silahlı aynasız dizilmişti, önlerinde de şerif denen herif.

- “Eşyalarını bir bavula topla, bir daha buraya dönmeyeceksin.”

Bu gözaltının mazereti çalışma izni olmamasıydı ama gerçek neden 11 Eylül sonrasında onun gibilerin tamamı potansiyel terörist olarak görülüyordu. Oradan oraya zincirlerle kelepçelerle taşındı. Toplam altı hafta birkaç farklı cezaevinde kaldı. Nezaret hayatı tam bir cehennem gibiydi; izlediği filmlerden kareler hatırladı. Bazen Jim Jarmush’un Down By Low’u kadar komik, bazen Alkatraz Kuşçusu kadar tutkulu ve sıra dışı arkadaşlık duygularıyla dolu, bazen de 1984 kadar umutsuzdu. 

İzbandut gibi gardiyanlar, İngilizce bilmeyen Guatemalalılar, torbacılık yapan Porto Ricolular arasında; Türkiye’yi tanıyan eski bir Fransız hippisiyle tanıştı yolculuk esnasında, ülkeyi boydan boya geçerek Katmandu’ya gitmişti:

- “Pudding Shop duruyor mu?”

Hâkim görmek için aylarca içerde yatan yüzlerce insan arasında neyse ki Bahri Abi vardı. İzmir Karşıyakalı, denizci eskisi, iflah olmaz bir maceracı. On yıllardır oradaydı. Şans bu ya mahkemeye çıkma sırası şaşırtıcı biçimde çabuk gelmişti Özer’e. Çıktığı mahkemede ilk başta telaffuz edilen 20.000 dolar kefalet, 5.000 dolara indirilmişti. Ama salona girer girmez neden bunların olduğunu ve kimin yaptığını hemen anladı. 75’lik ihtiyar patronu ve yanında oturan 67 yaşındaki manitasını görünce derin bir nefes almış ve ertesi gün gün ışığını göreceğini hissetmişti.

Para bir kefalet şirketinden temin edilmişti. Bu kurumlar senin içerden çıkman için ihtiyacın olan parayı ödüyor, sonra senden faizle tahsil ederek bu yoldan tefecilik yapıyorlardı. Başta Fevzi olmak üzere bu paranın bulunmasında oradaki arkadaşlarının çabaları olmuştu, ama kefili şüphesiz ihtiyardı.

Amerika macerası ona iyice izah etmişti: gençliğinde okuduğu John Steinbeck’in Gazap Üzümleri romanı dibine kadar gerçekti. Şayet bu ülkeye baba parasıyla okumaya gelmiş bir zengin çocuğu değilsen, hayat dünyanın her yerinde sana cehennemdi. Memleket dönüşüne kadar ihtiyarın yanında çalıştı ve borcunu ödedi. Hesabı kapattı, 2003 yılının kışında döndü. Uçaktan inince toprağı öptü.   

Darmadağın olmuştu. Bir yanda parçalanmış ilişkiler, öte yanda yığınla borç harç. Star Radyolar Grubu’na girdi, sekiz radyonun birden prodüksiyon amirliğini yapıyordu.

O kadar karanlık günlerin arasında takvimler 2004 yılını gösterirken ikinci Kronik albümü “Kavga” çıktı, ama o beklenen sihirli değnek yine değmemişti üzerine. Sadece ufak tefek bar konserleri oluyordu Caravan ve Kemancı’da. Metafor Kemal ve Torab ile birlikte çalıyordu.

Altı yıl aradan sonra 2010 yılında çıkan üçüncü albüm “Fena” sonrasında topluluk arkasında bir daha yeniden kurulması zor bir karabulut bırakarak dağıldı.

2004-2010 arası çorak geçti. Müzik piyasası daralıyor, gece hayatı sönüyor, iyi dinleyici azalıyor, özellikle de Taksim’in tadı kaçıyordu. Toplumun her kesimi gibi rock dinleyicisi de kendinden sonraki kuşaklarda bozuluyordu. Hepten soğumaya başlamıştı müzik camiasının yeni yüzlerinden.

Solun yükseldiği zaman zarfında büyümüş, okumuştu Özer. İki abisinden biri ODTÜ’lü, diğeri Boğaziçili; epey eyleme gitmişti onlarla, küçük yaşta. Baba Köy Enstitülülerinden mezun, enişte desen TSİP milletvekili adayıydı. Çok grev çadırı, miting alanı görmüştü sayelerinde. Yanı sıra 12 Eylül’ü, cezaevi ziyaretlerini…

Üniversite yıllarında aile büyüklerinden gördüğü gibi yaşadı, davrandı, kavga etti Özer. Sahip olduğu dünya görüşünü, adalet anlayışını, insanlık onurunu hiçbir zaman elden bırakmadı “yok efendim, toplum çok değişti” türünden komikliklerle yan çizmedi, şekil şemal değiştirmedi.

[email protected]