Elektrik gitarın Samson’u; İzi Eli

“Hayır, yok, yok ama bak şimdi bir de şöyle bir şey var ama”…

Neredeyse her muhabbeti hararetli bir tartışmaya dönüştürmekte ustadır. Sizi yanıtlayacağı her cümleye, üç aşağı beş yukarı böyle ya da o sözcüklerin başka başka şekillerde dizilmiş versiyonuyla başlar.

“Ama bak şimdi, bi saniye, bi saniye”…

Bu sohbette (ya da kendinizi aniden içinde bulduğunuz tartışmada), bazı detaylarda -hatta belki külliyen- aynı görüşte olabilirsiniz, ancak bu durum bile söze nasıl başlayacağını kesinlikle etkilemez.

Sesi dikleşmez, sertleşmez, yükselmez. Cümle aralarına zinhar kaba sözcükler sıkışmaz; hele hele küfür nedir hiç bilmez. Sizi onaylarken bile ifadenin giriş kısmı değişmez, ancak minik bir tereddütün ardından “hayır, ama bir saniye, evet haklısın tabii” der.

Sakın ola ki, sakil, sıradan, sıkıcı ve her konuda olumsuz bir karakterle karşı karşıya kaldığınızı düşünmeyin hemen. Bu engellenemez itiraz duygusu onun ruhsal kişiliğinin çarpıcı bir özelliğidir. Huyunun suyunun benzersizliği çevresindeki insanlardan ayırır, muhalif dünya görüşünü şekillendirir, sıra dışı biri haline getiriverir sıkı gitarcı, iyi düzenlemeci ve zor öğretmen İzi Eli’yi.

***

Apaçi Ayhan sayesinde tanıdım İzi’yi, Beyazıt Çınaraltı’nda. Devrin ortalama “üçüncü dünya” rokerlerine benzemiyordu. Elit değildi, ama özenli, bilinçli ve seçici haliyle ayrılıyordu diğerlerinden. Düz olmayan omuzlarına dek uzamış kızıl saçları ve -aslında içinde yumuşak bir ifade taşıyan- sert bakışlarıyla İsrail efsanesindeki Samson gibiydi. Samson’a göre hayli ufak tefekti, bir de elinde eşeğin alt çene kemiği yerine güzel bir elektrik gitar vardı.

İyi gitar çaldığını öğrendiğimizde tanışıklığımızı kısa sürede ilerlettik ve kendimizi hemen evine davet ettirdik, belki şevke gelip bize bir şeyler çalar ümidiyle. Şayet erkek grupi diye bir şey varsa, sanırım onlar bizlerdik.

Bomonti’de -adına hayran kaldığımız bir sokakta- Arpasuyu Sokak’ta oturuyordu, kocaman yüksek tavanlı eski bir evde annesi ile. Babayı 1974’te kaybetmişler, seksenlerin ortasında da Kuledibi’nden buraya taşınmışlardı.

İzi bize -sonradan defalarca kapısını çaldık- neredeyse bir akraba statüsünde görüşüyor olmamıza rağmen hiçbir ziyaretimizde gitar çalmadı, ama biz gitar hevesini neredeyse unutmuş, bizi peşinden bir mıknatıs gibi çeken diğer özelliğine dikkat kesilmiştik. İzi o günlerde tanıdığımız en dikkate şayan plak koleksiyoncularından biriydi. İyi kazanıyor, parasını gözünü kırpmadan pahalı ve nadir plaklara yatırıyordu. 

Annesi uyanık kadındı, oğlunun plak hevesi uğruna hatırı sayılır paralar harcadığının farkındaydı. Bununla ilgili de Apaçi’den pek hoşlanmazdı, çünkü İzi’nin açık arttırmalardan aldığı mallar, -annesine duyduğu saygı ve sevgiden dolayı- üzülmemesi için Apaçi’nin adresine gelir, o da ödünç aldığı diğer plakların torbasında İzi’ye getirirdi. Mamafih çakmıştı kadın, ama o plakları oğluna Apaçi’nin sattığını sanıyor ve bizi her ziyaretimizde asık bir suratla karşılıyordu. 2005 yılında Kurtuluş’a taşındıktan bir yıl sonra, bu zeki kadını kaybettiğini öğrendik.

Nahif ve duygusal ifade gücünden dolayı kadrosunda kemancı bulunan -Curved Air, Hot Tuna, It’s A Beautiful Day, Kansas gibi- rock topluluklarına özel bir ilgisi vardı. Sayısız plağı ilk kez onda görmüş, dinlemiş, hatta -herhangi bir bedel ödemeden bu bulunması olanaksız albümleri kolaylıkla elde etmemize çaktırmadan içerlese de, ticari bir amaç gütmediğimizi bildiği ve bizi sevdiği için- kasetlere çekmiştik.

Öte yandan altmışlı ve yetmişli yılların -özellikle 1968 ile 75 arası- klasik hard-rock müziğini çok seviyor, Deep Purple’ı ve Uriah Heep’i hiçbirisiyle kıyaslamıyor, gitarcı Ritchie Blackmore’u ise ruh ikizi olarak görüyordu.

***

Derin bir tutkunun tezahürü olarak koleksiyonculuk İzi’nin ruhsal kişiliğinin ikinci çarpıcı özelliğiydi. Evveliyatı eski fotoğraf karelerinin yan yana gelmesiyle oluşmuş sepya renkli çocukluk anılarına kadar uzanıyordu.

Önceleri taş plak topluyormuş. İlkini dört yaşında almış, daha doğrusu aldırmış. Yıl 1959, doğduğu semtte Kuledibi’nde, vitrinin birinde görüyor o lanet olası şeyi, ilk kez. İlla aldıracak annesine, tutturuyor, alınmayınca ağlamaya başlıyor. Naçar alıyor kadıncağız.

Lale Plak’ın müşterisi olduğunu anımsıyor, aklı başına geldiği yaşlarda. O dükkân henüz kırtasiyeyle karışık bir şeyler satıyor. Derken Nesim Amca’nın duvarlara asıp bir liraya sattığı taş plaklara dadanıyor. Şanson, tango, yabancı pop derken, ev kısa bir süre sonra depo haline gelince ailesinin gözüne batmaya başlıyor.

İlkokula başladığında o zaman yeni çıkmaya başlayan 45’liklere ilgi duyuyor. Fırsat bu fırsat; hazır 45’liklere sardırmışken, ihmal etmeye başladığı taş plakları tekmil eskiciye veriyor annesi. O da kısa bir süre sonra Long Play’lere sevdalanıyor.

Üniversitenin son yıllarında nostaljik bir ruh haline kapılarak çocukluğunun taş plaklarını özlemeye ve buldukça yeniden toplamaya başlıyor. Hali hazırda 600 tane plağı var. Son zamanlarda da Tamburi Cemil Bey’lere merak salmış.  

Bir de sonradan Anadolu motiflerine duyduğu büyük ilgi var. Kökeninde ise, Nurdan İpek’in 1996 yılında çıkardığı albüme yaptığı düzenlemeler yatıyor. Repertuardaki “Güzelliğin On Para Etmez” parçası için “düzenlemesini yaptım” demiyor, “bana bunu Âşık Veysel yaptırdı” diyordu hep. Bu albüm halk müziğine ilgi duymasının yanı sıra, kendini bir aranjör olarak keşfetmesiyle sonuçlanıyor, Anadolu ozanlarının evrensel ruhlarını hissediyor.

***

1955 İstanbul doğumlu, cemaatinde pek örneğine az rastlanır cinsten marjinal bir Musevi. Yetmişlerin ortalarına kadar dünyaya çiçek çocuklarının penceresinden bakmış. Dünyayı sadece onların değiştirebileceğine inanmış, ta ki mezunu olduğu İTÜ Makine’de sosyalistlerle tanışıncaya kadar. Devrimci olmuş, sosyalizmi savunmuş. Modaya ayak uydurup eski solcu olmamış, liberal rüzgârların estiği günlerde yeni-dünyanın anaforuna kapılmamış; hali hazırda Marksist. Bu fark politikanın dışında özellikle kültür-sanat konudaki görüşlerine derinden yansımış.

İçindeki çocuğu her zaman yaşatmış nadir biri ki, müzik merakını da taze tutan şey bu. Bir Marksist ile çiçek çocuğunu buluşturmuş benliğinde.

Bu özellik onu yaşadığı toplumda zaman zaman yalnızlaştırsa da, sanatın hümanizmasına olan inancını hiç yitirmemiş, dünyayı sanatın yönetmesi gerektiğine her daim inanmış. 

Çizgi romana da meraklı, oldum olası hep Tex sevmiş, -yeni baskı ciltler dâhil- toplamış, muhalif olduğu için. İsrail’in bir devlet olarak var olma hakkını savunuyor, ancak bugünkü konumunu, duruşunu üzüntüyle karşılıyor. Dünyadaki tüm kötülüklerin emperyalist dünya sisteminden, anti-semitizm ve dini siyasete ve sömürüye alet edenlerden kaynaklandığını düşünüyor.

***

Dışarıdan garip ve farklı görünse de, koleksiyonculuğu ile gitar hocalığı ile arasında hiçbir tutarsızlık yok, her ikisini de tutku bağımlılık içinde yaşıyor, yaşatıyor İzi.

Koleksiyonculuğunda bir tutkuyu cimriliğe çevirmişti. Çok gönüllü olmasa da dinlemen için ödünç verir, ama bir plağı temelli almak ya da takas etmek görülmüş hadise değildi. Bir ara nasıl olduysa -hiç hoşlanmadığı halde- tesadüfen arşivine giren ilk Jane’s Addiction plağını, hiçbir surette ve teklifte değişmeye yanaşmadığını hatırlıyorum. Alman topluluğu Gila diye verdiği siparişin, yanlışlıkla disko şarkıcısı Gilla olarak geldiğinde bile plağı satmamış, “olsun, dursun” diyerek rafına yerleştirmişti. 

Bir plağı ilk kez gördüğünde ya da dinlediğinde heyecanlandığını hemen belli eder, onu titizlikle pikaba yerleştirir, karşısındaki koltuğa çökerek ellerini göğsünde kavuşturup huşu içinde dönüşünü izler ve dinlerdi.

Hocalığına gelirsek…

Moreno Barokas, Antonio Dumeziç ve Neşet Ruacan’dan aldığı derslerden çok, kendini eğitmiş olduğundan, iç disiplinin önemi çok iyi bilir. Öyle kolayca öğrencisi olmanız zinhar mümkün değil. Aritmetik hocası disipliniyle veriyor gitar derslerini. Çalgıyı eline alır almaz solo atmak isteyen sabırsız ergen öğrencilerine, öncelikle hayat dersi verircesine abilik yapıyor. Sayısız metot denemiş, sonunda kendine has bir kılavuz bulmuş. Karşısındaki öğrencinin özelliklerine göre yol haritası çiziyor, her defasından.

Tedrisatından geçmiş eski yetenekli öğrencileri arasında Tuncer Tunceli, Ari Barokas, Tolga Kaya, Yakup Trana, Erdem Helvacıoğlu var. Bir de şarkıcı Nilüfer bi heves çok kısa süre ders almış, ama yeteneğiyle hiç umut vermemiş.

Şimdi Galatasaray Lisesi, Pera ve Joker’de gitar dersleri veriyor, ayrıca özel öğrencileri de var. Arada bir aranje işleri gelirse, onları da geri çevirmiyor. Şüphesiz bu ilişkileri bir ticaret olarak görmekten uzak kalarak tabi…

Popülizme pabuç bırakmadan yaşayan adam, televizyona çıktığında bile bunu bir fırsat olarak görmeden konuşmuş, çalmıştı. Kültürünü, bilgi birikimini beyazcamdan yapan kalabalıklar, onu ilk defa Disko Kralı adlı programda gördüğünde çıkarttığı cool performansa parmak ısırmıştı. Aynı kalabalığın ondan alacağı bir sonraki haber, 2012 yılında geçirdiği bir trafik kazasıyla ilgiliydi. Önce hastanede yatmış, taburcu olduktan sonra da kafasını çevreleyen çelik bir aparatla yaşamıştı, bir süre.

***

Yalnız oturduğu evinin salonunda duvarları neredeyse boş; bir Şahmaran çerçeve, bir de saat, tavanda yarı antika bol camlı iki klasik avize. Oysa ortalık hayli kalabalık aksine; bilgisayar masasının alt katına yerleştirilmiş bir Dual HS130.

Üzeri örtüyle kapatılmış bir koltuk takımının önündeki sehpaya yığılmış gitar metodu dağı var, yanında da iddialı bir gramofon: orijinal İngiliz His Masters Voice 102C. Üç gitarı odanın gelişigüzel yerlerine serpiştirilmiş; klasik bir Yamaha, 1993 yapımı Amerikan Gibson Les Paul Standart ve 1977 yılında Neşet Ruacan’dan aldığı 1968 yapımı vintage Amerikan Gibson ES335. Bu dağınıklıkta aradığı her şeyi rahatça buluyor İzi.

İçinde içkiye sigaraya yer açılamayacak kadar kalabalık bir iç dünyada yaşıyor; doksanlı yıllarda hiçbir maçı kaçırmadığı fanatik Fenerbahçeliliğini artık evinde Lig TV’ye takılarak hayata geçiriyor.

Haftada bir de 1994 yazında kurulan Nautilus topluluğu ile sahne alıyor, Beyoğlu Balıkpazarı’nda nostaljik konser mekanı Caravan Rock Cafe’de. Denk gelirseniz kaçırmayın, eski iyi zamanları yaşayarak yaşatan bir topluluğu görmeyi ihmal etmeyin; bir de fırsat bulursanız konserden önce ya da sonra İzi ile birkaç lafın belini kırmayı. Size mutlaka büyük bir zevkle anlatmaya başlayacaktır: 

“Hayır, yok, yok ama bak şimdi bir de şöyle bir şey var ama”…

 

Murat Beşer ([email protected])