Hepimiz Abdülüz

KENTİN SESİ - ANKARA yazıları

Başka türlü kısaltamadım... Olmak istediği ya da özendiği, sayısı beşi bulan Muratlardan biri olsaydı işimiz kolay olurdu. "Hepimiz Muroyuz" der ve ses uyumunu yakalardık. Buna da şükür. Ya Osmanlı hanedanında Abdullah namlı bir sultan olsaydı bunu kısaltıp başlığa nasıl çekerdiniz? Ben kısaltamam hışımı çıkartırlar, hem ayrıca soru size...

Şimdilerde Osmanlıcılık moda. Özendikleri de Abdülhamid. Başlık özenilenin kısaltılmış hali oluyor: Abdül.

Ulu Hakan Abdülhamid Han'ın "simada değişimin" öncülerinden ikincisi olduğunu belirterek işe başlamak istiyorum.

Birinciyi merak edenlerden de her bir yanı çimdiklenip, eti burulup canı burnuna getirilen sonra da yağlı urganla boğulan, Genç Osman namlı 2.Osman'ın hem sakalsız hem de bıyıksız olduğu notunu ilave etmeme izin versin artık.

İslam tarihçileri onu, "ne uzun ne kısa, ne şişman ne zayıf, saçları ne düz ne de kıvırcık, teni ne beyaz ne de esmer" şeklinde tarifleyerek, çok açık ve kolaylıkla canlandırabileceğiniz bir anotomik yapının gözünüzün önüne gelmesini sağlamışlarsa da, ben kendisi de İslamcı olan Necip Fazıl'ın kısa ve öz tarifini kullanmaya meyilliyim. O da şu: " Uzun ince köklü ve minkari bir burun alt dudağının ortası ince bir çizgiyle yarık..."

Aslında bu tür tarifler büsbütün gereksiz olmasa bile çok da anlamlı değil. Çünkü elimize özü yakalamamıza yardımcı olacak çok sayıda Abdül resmi var. İlk dikkati çeken de onun, incecik çekme rugan potinlerinden fesine kadar bütün dış unsurları, bu unsurların giyindirdiği uzuvları ve bu uzuvların hareketini kuşatan çarpıcı, yakıcı ve büyüleyici zarafetidir. Ellerinden hemen hiç ayırmadığı eldivenleri, hafif öne eğik duruşu, hiçbir laubaliliğe müsaade etmeyen bir zarafet heykeli... Sonradan bıraktığı, özenerek taranmış küçük ve siyah bir sakal...
Alnı, fesinin altından da görüleceği gibi hafif bombeli ve açık...

Nasıl da Tayyip.

Bizim çocuklar soL'da fes geçirmişler Tayyip Bey'in kafasına. Tamam benzemiş Abdül'e bir çalım ancak benim beklentim yukarıdaki tarife uygun bir resimdi. Açıkçası hayal kırıklığına uğradım.
Bunu not ederek Abdülhamid'in az bilindiğini düşündüğüm özelliklerine geçiyorum ki portre tamamlansın
***
Çevreciydi.

Kitap yaktırırken küllerin ve başıbozuk dumanların çevreye zarar vermemesi için yakıcıları sıkı sıkıya tembihler, uymayanları ağır bir şekilde cezalandırırdı. Bir defasında Yeni Cami önünde çuvallar dolusu kitap yakılırken, nasıl olmuşsa olmuş alevler beklenilirden daha fazla çoğalıp etraf dumana boğulunca, civarda oturan ve sık sık çıkan yangınlar nedeniyle canı burnuna gelen çok sayıda halktan kişi "Ya Allah" diyerek koşturmuş ve kendilerini boğazın serin sularına bırakmıştır.
Bu ve benzeri kargaşaları önlemek için Abdülhamid Han Çemberlitaş Hamamı'nı akıl etmiş kitaplar burada yakılmağa başlanmıştır. İyi de olmuş, hem Belgrat Ormanları biraz nefes almış, hem de insanlar ucuzlayan hamamlarda rahat rahat çimmiştir...

***

İnsan sarrafı olduğunu söyleyenler varsa da zaman zaman yanıldığını hatta bir defasında bu yanılgının bedeninin bu dünyadan öte dünyaya intikaline neden olacak kadar büyük olduğunu not etmeliyiz. Büyük mütefekkir Necip Fazıl'dan aktarıyorum:

"Altı asır evvel Anadolu'nun Bilecik ve Söğüt taraflarına yerleşen Karakeçili Oymağından devşirilme Söğüt Bölüğü, saf, temiz lekelenmemiş, mert, cesur ve sadık Türk kanının en güzel numunesi olarak Abdülhamid tarafından keşfedilmiş ve bir fikrin heykelleştirilmesi gayesiyle, cicili bicili üniformalar içinde saray vitrininin içine alınmıştır. Bu vitrinde Söğütlü Bölüğü'nün manası Zat-Şahane için millet ve milliyetçilik ölçüsünü pırıldatmaktadır. Hepsi genç, dev yapılı ve pırlanta ruhlu saffet tiplerden bu 200 kişilik bölük Zat-ı Şahane'nin hiçbir maddi menfaat gütmediğinden emin bulunduğu yegane birlikti. Astragan kalpakları, kırmızı ceketleri, zarif çizmeleri, eğerlerinde kılıçları ve ellerinde mızraklarıyla, at üstünde Zat-ı Şahane'yi takip ederler ve Sultanın hususi dairesini beklerler yatak dairesi önünde yatarlardı. Hayatının korunmasını bunlara teslim etmiş olan Sultan, Söğütlü Bölüğü hakkında şöyle söylerdi: Onlar benim öz hemşerilerimdir..."

Sen bunlara güven, gecelik entarisi takke Esvapcıbaşı İsmet Bey'in kim bilir kaçıncı kez okuduğu polisiye romanlarından birini dinleyip uyuya kaldığı bir gece, Yıldız Sarayı Ali Suavi ve adamlarının baskınına uğramıştır. Abdülhamid'i kurtaran bu çok güvendiği "hemşerileri" değil de Necip Fazıl Bey'in benim anlayamadığım bir nedenle "Çorumlu Anadolu çocuğu" olarak birkaç kez işaret ettiği 7/ 8 Hasan Paşa'nın süpürgesi kurtarmıştır. Suavi süpürgeyi kafasına yemeden önce Abdülhamid'i göçertebilseydi bizim İttihatçıların yolu bir hayli kısalabilirdi.

***

Şimdilerde eskisiyle yenisiyle Osmanlıcılık piyasaya sürüldü ya yandınız! Yazacağım "nehir yazılar" la sizleri boğmaya niyetliyim!

Ama "Kent Yazısı yazacaktın" diyerek beni tutmaya filan da kalkmayın, baksanıza bütün meclis neredeyse "Hepimiz Abdülüz " olmuş. Ve burası Ankara!