Seçim sohbeti

1970’lerin ortalarından bu yana seçimlere tanıklık ettim. Marksist olduğum ilk zamanlarda, daha sıcaklığı yaşanan Ecevit dalgasının çok da menem bir şey olmadığını öğrendim. O yükseliş şeriatçıları hükümet ortağı yapmış, kısacık bir süreye çok tartışmalı bir savaş sokuşturmuş, sonra da memleketi kolay kolay geri çevrilemez bir sağ koalisyonlar dönemine teslim etmişti. Nasıl sol yükselişti ki bu, ardından faşist parti hükümet oluyordu…

O gün bugündür, solu besleyen bir seçim görmedim. “Olur mu, 1980’lerin sonunda SHP vardı” diyenler çıkacaktır. Hatırlıyorum elbette; seçim meydanlarında “İkinci İnönü” diye takdim edilen, özelleştirmeleri özerkleştirme kavramının arkasına gizlemeyi öneren, Türkeş’le Ergenekon töreni düzenleyen bir solculuk.

Artık anlıyoruz ki, bir partinin solculuğunu yargılamak için bunların önemi yokmuş. Mühim olan “barış süreci” imiş. SHP de dönemin HEP’ini Meclise taşımamış mıydı? Türkiye solunun pek devrimci kesimleri o günlerde “hep beraber” diye sözcük oyunları yapmıyorlar mıydı?

Madem ki, ilk, en temel, her şeyin başı olan gündem maddesi Kürt sorunu, gerisi teferruattır. Arada televizyon ekranlarında filmlerine denk geldiğimde sempatik bulmaya devam ettiğim dostum Sırrı’nın da dediği gibi “Süreç MHP’yle bile sürdürülebilir. Yeter ki ciddiyet olsun.”

Evet, yeter ki ciddiyet olsun!

Bunca seçimdir düzen dışı sol, sosyalizmi temsil eden sol hep basınç altındadır. Akla baraj mı geldi? Evet, ama yetmez. 1970’lerde baraj yoktu, “faşizmi durdurmak için…” basıncı vardı.

O zaman da Türkiye solunun oyu yoktu. Kemal (Okuyan) ısrarla soruyor ya, oyumuz yok, niye bu kadar uğraşıyorsunuz bizimle, diye… 1965’de yüzde üçe yakın bir sosyalizm oyu. Hepsi o kadar! TİP dalgasının bölünmeyle geri çekilmesi, 12 Mart darbesinin kuşatması, Ecevit mavisinin kızılı örtmesi, sosyalizmin bir numaralı temsilcisi DİSK’in CHP desteğine sabitlenmesi… sosyalizmin oy oranı zaten azalmıştı. Ama yetmiyordu… “Oyları bölmeyin” hatta “faşistlerin ekmeğine yağ sürüyorsunuz” revaçta söylemlerdi.

Ne kadar tanıdık değil mi? Kemal Bey'i geçtim; o durduk yerde sosyalistlerin zaten CHP’ye oy vermediğini söyledi. Acaba soldaki akılsızlığa bakıp, “şimdi bunlar valla veriyoruz billa veriyoruz” der diye mi yaptı bunu, yoksa oyu olmayan solun aklını zaten yiyip bitirmiş olmanın içi boş özgüveniyle mi konuştu? Onu geçiyorum… Sırrı Süreyya da, daha önce Selahattin Demirtaş da kimle olursa olsun işbirliği yaparız diyecekler, sonra “AKP ile işbirliği yapılamaz” diyenler AKP’nin ekmeğine yağ sürüyor olacak!

“Parti işçi sınıfının aklıdır” diye bir söz vardır. Türkiye’nin aklı da soldur. Mesele solun olmayan oyu değil; mesele ülkenin aklını yok edebilmek.

Elin yobazı höykürse bir şey olmaz. Esrar satıcısı faşistin teki tekbir getirse vereceği zarar bellidir. Yakabilir, yıkabilir, öldürebilirler. Bu zarar türü “en fazla bu kadar” denip geçilecek bir türdür. Ama laiklikten taviz veren suçludur diyen komünistlere, aydınlanma dediğin burjuva bir kavram, laiklikse zaten tepeden inmecilik diye laf yetiştiren, sonra da “AKP’ye hizmet ediyorsunuz” diye devam eden art niyetlilerin serbest bıraktığı akılsızlık… O çok daha ağır bir sorun.

Bu Pazar yapılacak seçimlerde sosyalizmin bir seçenek olduğunu dile getiren tek partiye hem sağ, hem de sol kızdı durdu. Biz kendimiz çok oy alabileceğimizi iddia etmezken, bu kadar çok kızılıyorsak konu oy olamaz.

1970’lerde solun kuyusu kazıldı ve memleket 35 yıl önce darbeye hazır hale getirildiyse, orada Ecevit solculuğunun rolü büyüktür. Onca acılar yaratarak kendi kendisini afişe eden 12 Eylül faşizmiyle hesaplaşamadıysa halkımız, solun yedeklendiği liberal ve sosyal demokrat akımlar bundan birinci derecede sorumludur.

Şimdi de AKP diktatörlüğüyle hesaplaşmaksızın Erdoğan’dan kurtulma yolu açılmak isteniyor. Amerikalılar öyle istiyor, Avrupalılar öyle istiyor, belli ki Gül’dü, Arınç’tı buna hazırlanıyor; elbette Fethullahçıların programı tam da bu… Ama aynı zamanda solculuktan dem vuran iki parti de bu kulvara yerleşmiş bulunuyorlar.

Yok, o kadar da değil! Türkiye’nin Marksist birikimini, komünist hareketin hem tarihsel mirasını hem de son 30 yıllık devrimci yeniden kuruluşunu hafife alanlar böyle hayaller görebilir. Seçim dönemi açılırken CHP ve HDP, ayrı ayrı kendi sollarında boşluk bırakmayacakları mesajını veriyorlardı. Buna karar verme ehliyetine sahip olmadıklarının farkında değillerdi. Komünistlik önüne boşluk “düşmesini” beklemek değil ki. Biz dolduracağımız boşluğa gelip konmuyoruz. Orayı mücadele ederek açıyoruz.

Şimdi de olan budur. Mücadele ediyoruz. Günlük bir gazeteyi her gün sokaklara çıkartarak, direnen metal işçilerinin sesi olmaya çalışarak, laik eğitim boykotunun yapı taşlarını örerek, 1 Mayıs’ta rejimin dayatmasını delerek, boyun eğmeyen kadınları seçim platformuna taşıyarak… Sol şerit kimsenin tapulu malı değil! Kimi destekleyelim diye ilerici aday arayanlar, hem “bu seçim çok önemli” deyip hem de “seçime katılmasak da olur” diyebilenler, devrimci siyasetin bir politik özne olmakla başladığını anlamayacak kadar iktidar perspektiften uzak düşenler… aradan çekilsinler.

Çekilmeyeceklerini ve “ee kaç oy aldınız” demeye hazırlandıklarını biliyorum. Sosyalist iktidar mücadelesini oyla itibarsızlaştıramazsınız ki. Devrimci program ve parti oyla ne ihya olur ne de tersi.

Ama Pazar günü oy istiyoruz. Oylarımızı koruyoruz. Az veya çok, onca baskıya rağmen sosyalizmin güncelliğine verilen o çok değerli oyları korumak namus borcumuz. Sosyalist seçenek için yapılan bir sayım… Hükümeti kimin kuracağını etkilemeyebilir, ama topraklarımızın geleceği için çok değerli…

Bir de tam seçim çalışmalarının orta yerinde, 1 Mayıs’tan 5 Haziran’a kadar hayatının merkezine düzenli spor yapıp çok kitap okumayı koyanlarımız oldu. Deniz Sinan, Ali ve Bahtiyar’ı diyorum! Şaka bir yana, Perşembe günü görüşe gidip birer telefon ahizesi yardımıyla 15’er dakika sohbet edebildiğim, bir mika paravanın ardından o gülen ve güvenen gözlerin içine baktıktan bir gün sonra sevgili yoldaşlarıma sarılacak olmak ne iyi… Sohbeti kısa kesiyorum, karşılamaya gecikmeyeyim…