Ramazan’dan sonra

Bir yıl önce soL portal’da yazdıklarımı hatırladım. Tarih 27 Ağustos 2012 imiş...

Ramazan aylarını ortamı dinselleştirmek için fırsat sayan dinci gericilik, Türkiye’yi dilediği hale getirememişti. Öne çıkan, seküler yaşam biçimini özellikle “örtünmemek” ve içki üstünden dışavuran bir halk direnciydi. Sonra bağnazlıkla dalga geçmeye başladı halk “şerefine Tayyip” yayıldı. En son, Haziran Direnişi’nin tabanında bu damar belirleyici hale geldi.

O yazıda, oysa demiştim, AKP’nin toplumu baskılamaya çok ihtiyacı vardı...

Bu yıl daha da fazlaydı aynı ihtiyaç!

Bu aralar gericiliğin parti ve cemaat kolları arasındaki itişmede siyasal ve kültürel İslamın ayrışmasını okumaya çalışanlar var. Bu fantezileri geçiniz. Toplumdaki seküler damarın baskılanması söz konusu olduğunda Gülen ile Erdoğan arasında ton farkı bile bulamazsınız.

Ramazan’ı değerlendirmek için ellerinden geleni yaptılar. Sanırım, daha önceki yıllarda olduğu gibi herkese açık, dev iftarlara cesaret edemediler. Bu alanın ellerinden kayıp gitme olasılığı yıkıcı olurdu.

Halk hareketine karşı “Erdoğan çözümü”, toplumun bütününe hitap etmekten büsbütün vazgeçmeyi esas alıyor. AKP kalan yüzde 50’yle, bırakın ittifak kurmayı, herhangi bir rezonans dahi tutturamayacağını kabul ederek kendi tabanını kemikleştirmek üstünden gidiyor. Bir tür iç savaş stratejisi.

Hal böyleyken belediyeler eliyle örgütlenecek yaygın iftar sofralarının kontrolden çıkması, söz konusu stratejinin erken ve en olmadık konjonktürde, Ramazan’da çökmesi olurdu.

“Bindirilmiş kıtalar” formülünü buldular. Erdoğan’ın Haziran mitinglerindeki gibi…

O mitingler tutmamıştı. İftarlar da tutmadı.

2013 Ramazanı dinci gericiliğin hanesine yazılacak bir hatıra bırakmadan geçti gitti. Ama bu yoldan dönemezler.

“Ey Nobel, sen nasıl barış ödülleri dağıtıyorsun...” seslenişi, siyasi iktidarın mutlak bir cehalet ve karşı devrimciliğe indirgendiğinin ilanıdır. Ödülleri Nobel diye bir adamın organizasyonu zanneden Başbakan’a, bu son derece dar, faşist cehalet alanından daha mantıklı bir konuşma metni çıkmıyor. Danışmanları arasında Nobel’in kim olduğunu bilen vardır. Ama hep birlikte en sakil, en düz demagojiyi tercih ediyorlar.

Bu tabloya dair söyleyecek çok şey var. Ben birkaç tanesini sıralayayım.

Bir: İdeolojik mücadele demagojiye indirgenemez. AKP, Haziran’da bu alanda da yenildi. Şimdi durumu doğrultacak bir birikimden yoksun.

İki: Siyasi mücadele birtakım ittifaklarla verilir. İttifaksız ve ideolojisiz, cehaletle, yalanla, sopayla siyaset yürümez. Bu gidişle Türkiye’nin anaakım gazetecileri, liberali, muhafazakarı, Amerikancısı yazacak mecra niyetine sol basına kayacaklar. Zaten başladılar.

Üç: AKP bu yolla gerici, lümpen, faşist, cahil bir tabanı sağlamlaştırıyor olabilir. Ama bu kesim büyümez. Bunlar palalılardır. Erdoğan’ın iç savaş stratejisi bile sadece bu kesime yaslanamaz. Erdoğan, palalıların pıtrak gibi çoğalacağını beklemiyorsa, bunların çoğalan bir kalabalığı terörize edeceklerini umuyor olabilir. Bu da mümkün değildir.

Dört: Dinci gericiliğin 11 yıllık macerası, bunların Türkiye ölçeğinde bir ülkeyi değil, belki sadece basbayağı bir muz cumhuriyetini yönetebileceklerini, Erdoğan’ın şahsında kanıtlıyor. Çöken tek bir diktatör olmayacak, bütün yapı yıkılacaktır.

Beş: Bunu engelleme misyonunun Cemaate atfedileceği görülüyor. Bu kesimin siyasal, ideolojik ve kültürel kapasitesini abartmak çok yanlış. Gülen’in sel olup akan gözyaşlarıdır bu hareketin sembolü.

Altı: Krizdeki gericiliğe can simidi atmaya niyetli tek bir akım göze çarpıyor. O da Kürt hareketi. Açık söyleyeyim, bu Kürt hareketi için tam bir intihar olur.