Müzakereyi yazmak

Aydemir Güler'in “Müzakereyi yazmak” başlıklı yazısı 01 Mart 2013 Cuma tarihli soL Gazetesi'nde yayımlanmıştır.

Müzakere başlayalı beri yazdıklarımızın ötesine geçmenin zorlukları var. Tarafların karnından konuşmalarının kaçınılmaz olduğu bir süreç, gündelik taktikler, yapısal ve rastlantısal sorunlar...

Oslo’da işin büyük kısmında anlaştıklarını okumuştuk. Ne olduğunu açıklamamışlardı.

Bunu geçtim, düşünsenize, son bir yılda iki ayrı toplantıda iki ayrı milletvekilinden, Levent Tüzel ve Nazmi Gür’den duyduğum “uyuşmazlık çözümü” çalışmalarına dair bir şey bilmiyorum. Oysa bir sürü kişi İngiltere’ye gidip IRA yöneticileriyle, Britanya istihbarat yetkilileriyle falan görüşmüşler. Yetmemiş, Güney Afrika’ya gidip oradaki çözümü incelemişler...

Ben bilmiyordum, Paris’te suikaste kurban giden PKK temsilcisinin Fransız Başbakanı’yla doğrudan tanıştığını...

Ben, daha ortaya çıkmadan önce bile, tarikat-hükümet çelişkisini ciddiye almaktan yanaydım. Ama tarikatın MİT’e darbe yaptığını, AKP’nin direndiğini düşünmemiştim. Böyle bir bilgi kaynağım olmadı hiç...

İşte bu yoksunluk koşullarında yorum yapmak durumundayım.

Fakat... Fakat belki de, daha iyidir. “İşin aslı öyle değil hocam...” diye başlayan pek mühim haberlerden yoksun olmak, ormanı görmek için daha elverişli olabilir.

Bu sürecin motoru nedir?

İki tarafın da kendisine işaret etmesi, siyasette anlaşılır bir durum. AKP sorunu çözme iradesine, kararlılığına vurgu yapacak Kürt hareketi ise bunca yıldır gösterdiği direnişe.

Hatta görüyoruz ki, bu işaretler kişiselleşiyor da. “Sorunu Erdoğan çözer” ifadesi, aslında bizzat Başbakan’ın imzasını taşıyor.

Öcalan ise “10 yıldır AKP’yi ayakta tutan benim” diyor. Kuşkusuz, Öcalan müzakere sürecinin en önemli itkisini genelde Kürt hareketinin ama özel olarak, kendisinin sağladığını düşünüyor ve dile getiriyor.

Buraya kadarı normal.

Ama benim bunlara katılmamam da bir o kadar normal!

Tekrar olacak: Müzakere, barış, Kürt sorununun veya uyuşmazlıkların çözümü diye adlandırılan sürecin iki ayağı var.

Birincisi, Kürt faktörünü rejim değişikliğinin önünde bir engel olmaktan bütünüyle çıkartıp, tersine bu dönüşümün tamamlayıcı bir parçası haline getirmek.

İkincisi, Kürt faktörünü Ortadoğu’daki emperyalist dizaynın önünde bir engel olmaktan çıkartıp, bu dizaynın parçası haline getirmek.

Kuşkusuz bu genellemenin tekrarı, yeni söylenebileceklerin önünü kesmemeli bizi kestirmeciliğe götürmemeli.

Öcalan’ın BDP heyetiyle yaptığı görüşmede, birinci ayağa ilişkin çok şey var.

Öcalan’ın bu sürecin sonunda yeni bir rejimin, yeni bir cumhuriyetin kurulacağı yolundaki görüşü, Erdoğan’a, onun beklediğinden fazlasını vermektir. Öcalan, başkanlık rejimiyle, dinselleşmeyle, anayasasıyla yeni rejimi bütünüyle sahiplendiğini hatta Kürtleri, bir biçimde kurucu unsur olarak gördüğünü sergilemektedir.

Üstelik bu yapıcı tutumun karşılığında, malumun ilan edilmesinde ısrar falan da etmemektedir. Anayasa’da Kürt sözcüğünün geçmesini gereksiz bulmakta, detaylara sonra bakılabileceğini söylemekte... Bu, AKP’nin İkinci Cumhuriyeti’ne katmerli destek anlamına gelir.

Kestirmecilik bizden uzak olsun.

Ama solun farklı kesimlerinden ve Kürt hareketinden de kimse kalkıp başka bir kestirmecilikle “savaş devam mı etsin istiyorsun” demesin! Bunun bir demagoji ve çiğlik olduğu açıktır. Solculuk, insan hayatını politikanın maliyeti olarak sineye çekmemektir aynı zamanda.

Kestirmeci olmayıp yeni gelişmelere odaklanmalı.

O halde, bu sürecin çatışmasız yaşanacağından emin miyiz, diye soracağız. Toplumun bir barut fıçısına döndüğü görmezden gelinebilir. Ama patladığında gözün açıkmış kapalıymış, fark etmez!

Kestirmecilik yapmayacaksak, Öcalan’ın “AB Yerel Yönetim Şartnamesinin uygulanması yeter” yaklaşımını da konuşacağız. AB’nin demokratik makyajının altından, sermayenin nasıl da sırıttığını tartışacağız.