Aslında aymış değiller…

“Şeriat tehlikesi yok” diyenler ne zaman fikir değiştirdi? Tam tarihini saptamaya çalışalım demiyorum; sorduğum o değil. Türkiye’de yobazlığın diktatörlüğünün gündeme girdiğini saptamak nasıl olur? Böyle bir saptama ne tür sonuçlar doğurur? Bunları konuşalım istiyorum.

Tersi de yaşandı. Cumhuriyet gazetesinin yıllar önceki “tehlikenin farkında mısınız?” kampanyası sağlıklı ve yerinde bir erken uyarı sayılabilir miydi, dersiniz?

Daha solda daha ilginç örnekler çıktı. Türkiye’de yargının altın çağının yaşandığını ilan eden uç örnekleri tartışmaya gerek bile duymuyorum. İlginç bile değil. Ama bir “eşit mesafe doktrini” vardı ve kendini “ne … ne de …” formülüyle veya “yesinler birbirini” kayıtsızlığıyla dışa vuruyordu. Başkalarına göre gericilik-ilericilik tartışması sınıfsal değildi ve dolayısıyla suni gündemden ibaretti. Bu sol görünüm aldatıcıydı, bayağı da aldattı...

Diğer yandan Kürt sorunu radikal bir görünümü beraberinde getiriyordu. Laik eğitim istemek yetmezdi ve yanına “ana dilde” eki yapılmalıydı. Anlatamıyordunuz, laik eğitim istemenin ana dilde eğitimi yadsımak veya önemsiz saymak anlamına gelmediğini; sadeleşmeden, odaklanmadan siyaset yapılamayacağını…

Şimdi bütün bunlar değişmiş görünüyor. Muhalefet dediğin gericilik tehdidi karşısında laisizme sarılıyor… Güzel.

Bu değişimden şikayetçi olunmaz. “Söylediğimize geldiniz hepiniz” duygusunun çiğ sonuçlar üretmesi muhtemeldir ve dolayısıyla varacağım yer de bu değil. Değişimden şikâyet etmek o denli uzağımızda ki, yer yer, geçmişi hatırlatma ihtiyacını hiç duymadan “iyi yapıyorsunuz, gelin birlikte yapalım” diyoruz.

Ama yukarıda değindiğim boyut önemsiz değildir ve üstünde durulmayı hak etmektedir. Sahi, şeriat tehlikesi gerçekse ve öncelikliyse ne yapılmalıdır, nasıl yapılmalıdır? Örneğin “sağcılar MHP’de, solcular CHP’de buluşsun” politikasından mücadele çıkar mı? Çıkmış mıdır? Laik gerilla Amerikan üsleriyle aynı safa geçtiğinde laik saflar güçlenmiş mi olur?  

Tartışmanın bir boyutu geçmişte yaşananlarla ilgili. Ama tartışmanın maksadı geleceği, nasıl bir mücadele yürütülmesi gerektiğini ilgilendiriyor.

En temelde şu var: Bugün şeriatçılık yüz yıllar öncesine dönmek isteyen bir kadro tarafından taşınıyor. Ancak tehdidin kendisi kapitalizmi ve günümüzün sınıflarını da reddeden bir içerik taşımamaktadır. Zaten filmin yüzlerce yıl geriye sarılması hakiki bir seçenek haline geldiyse, bu olgu tek bir koşulla mümkün olabilirdi: Şeriatçılık günümüzün sömürü düzenine, onun egemen güçlerine eklemlendiyse, artık marjinalliğe mahkûm bir çıldırma durumunu değil, gerçek bir tehlikeyi temsil eder. Daha basit bir dille, gericiliğin yükselmesi bugün bir karşılığının olmasına bağlıdır. Ve bu karşılık vardır. Olduğu için de ortada tehdit var.

Emekçinin sadaka düzenine rızasını almak budur. Maden kazasının veya iş cinayetinin nedenlerini kurcalamaması, boyun eğmesi için insanları ikna etmenin en güçlü yolu kader inancıdır. Özetle şeriatçılık kapitalist sömürüye eklemlenmiştir.

Ama o zaman “hepimiz laikiz” demekle iş bitmeyecek, laikliğin kapitalizmde güvence altına alınamayacağı gerçeği, şeriat tehlikesi kadar güçlü bir gerçek olarak görülecek demektir. Yani bazı laikler demagoji yapmaktadır!

Madem öyle, ortak payda, üstünde birikenlerin gücüne güç katmayabilir. Eğer kapitalizmi aşma perspektifi ve mücadelesi buharlaştırılıyorsa, “şimdi bununla uğraşmanın zamanı değil” deniyorsa olay bir halk deyişine döner: Halk, ölümü gösterip sıtmaya razı mı edilecektir?

Öte yanda, yakın geçmişte, düzenin gericileriyle ilericilerinin arasında bir fark olmadığını ilan edip “bana ne” diye omuz silkenlerin yanlışı sosyalizme dairdi. Biz gericiliğe karşı tek tutarlı, sistematik, kararlı mücadele hattını temsil ederiz. İlericiliği biz geleceğe taşırız. Bunu yaparken tutarsız, sistemsiz, ikircikli ilericileri düzeltir, doğru çizgiye kazanırız. Demagoglar dışarı, emekçiler içeri!

Burada düzenin gericilerine ve ilericilerine eşit mesafe falan olmaz. Mesele mesafeyle ölçülemez. İşçi sınıfının çıkarlarını ve sosyalizmi savunanlar, burjuva akımlarıyla aralarındaki mesafenin tayinini değil, kendi sınıfsal pozisyonlarını merkeze koyarlar. Başkalarının çizgileriyle değil, kendi çizgimizi düzgün çekmekle uğraşırız. Başarılı olduğumuz ölçüde, “onlar düşünsün” diyebilecek bir üstünlük kurarız.

Şimdi Türkiye’de Sünni gericiliğin karşısına dine dayanarak, dinsel taassuptan feyz alarak, kâh Muhammed kâh Ali’ye gönderme yaparak çıkabileceğini sananlar var. Oysa kadının geleneksel rollere itilmesiyle, içki yasağıyla hesaplaşmadan ilerici bir duvar örülemez.

Şimdi Türkiye’de gericiliğe karşı mücadelenin gericilerin bir kısmıyla anlaşarak yürütülmesi gerektiğine inananlar var. Asıl anlaşma halinde oldukları şey, emekçiyi sadaka düzenine, felaketzedeyi hesap sormamaya ikna etmektir. Kapitalist sömürü düzenini koyu şeriatçılara mahkûm olmaksızın sürdürmek bunların programının özünü oluşturur.

Hayır; bir süre öncesine kadar gericiliği tehdit olarak görmeyen siyasetçiler, bugün gerçeği görmüş değiller. Durum bu değil. Tutum değişikliği başka yerden kaynaklanıyor: Modern çağın emekçi kitleleri gericilik tarafından tam olarak teslim alınamıyor. Sınıra gelindi, dayanıldı.

Bu durumda bu geniş kesimlerin tepkisinin düzen içinde tutulması arzu ediliyor. Arzu eden kapitalizmin egemenleridir. Şeriat tehlikesine yeni yeni “ayan” siyasal akımlar geçmiş kalmış değiller; egemenlerin arzularını siyasete taşımanın zamanlamasını yapıyorlar!

Eşit mesafede değiliz. Laisizmin yalancılarıyla laisizmin düşmanları arasında fark görmüyor da değiliz. Olay basit; solun sorunu sosyalizmi seçenek haline getirmektir. Gerisini başkaları düşünsün…