İktisatçı Mustafa Kemal Doğru'yla kapitalizmin krizi üzerine: Çöküş beklenmemeli, yenilgi aşılmalı

İktisatçı Mustafa Kemal Doğru, kapitalizmin kriziyle birlikte yeni bir yönelime girip girmeyeceği tartışmalarına ilişkin görüşlerini paylaştı. soL'un sorularını yanıtlayan Doğru, dünya emekçilerinde huzursuzluk ve arayış olduğuna dikkat çekerek "Belirsiz bir dünyada devrim ve karşı devrim olasılıklar içindedir" vurgusu yaptı.

Ali Somel

ABD’de patlak veren ve dünyayı etkileyen 2008 krizinin uzun vadeli sonuçları hala tartışılıyor. Bu tartışmalar içerisinde, 1929 krizi sonrası olduğu gibi kapitalizmin yeni bir yönelime girip girmeyeceği merak konusu.

1929 krizinin ABD’de meydana getirdiği siyasi-ideolojik değişim bir yeni toplum sözleşmesi olarak görülerek "Yeni Anlaşma" (New Deal) olarak isimlendirilmişti. Yeni Anlaşma’nın sosyal haklar ve refah devletini içeren çerçevesi ilerleyen yıllarda tüm dünyaya yansımıştı. 2008 sonrasında yeni bir "Yeni Anlaşma" beklentisi ortaya çıktı.

"Yeni Anlaşma mümkün mü?" (Notabene, 2015) isimli kitabında iktisatçı Mustafa Kemal Doğru, 1929 ve 2008 krizlerini karşılaştırarak bu ihtimali irdeliyor. 1929 krizinin işçi sınıfı mücadeleleri ve Sovyetleri Birliği’nin etkisi altında doğurduğu Yeni Anlaşma’nın bugünkü şartlarda yeniden gündeme gelmesi önündeki nesnel ve öznel engelleri masaya yatırıyor.

2008 krizinin 1929 krizine benzeten ve karşılaştıran bir literatür oluştu. Fakat bu tarihsel karşılaştırmayı ‘Yeni Anlaşma mümkün mü?’ sorusu etrafında tartışan bir değerlendirmenin özgünlüğü var. Neden bu soruyu sorma ihtiyacı duydunuz?

Lehman Brothers battıktan sonra 2008 sonbaharında Paul Krugman’ın New York Times’da yazdığı yazılar var. Obama’nın yeni Roosevelt olabileceğinden bahsediyor. Arkasından Stiglitz’in 2010 senesinde BM bünyesinde bir takım uzmanlarla beraber hazırladığı rapor var. Orada da sistemin reformuyla ilgili pek çok öneri var. Bunlar esasen Keynesciler. Üçüncüsü Piketty’nin yazdığı 21. Yüzyılda Kapital kitabı var. Nihayet Stiglitz’in 2012’de yayınlanan Eşitsizliğin Bedeli adlı ABD ekonomisinin, sosyal dokusunun ve siyasal yapısının ne kadar bölünmüş olduğunu anlatan bir kitabı var ve burada bazı tavsiyeleri bulunuyor. Ortak noktaları, gelir ve servet eşitsizlikleri azaltılırsa sistemin yaşayabileceği, krizi atlatacağı önermesi.

Kitabımda yer verdiğim Fransız iktisatçı Husson, "Kapitalizm mevcut yapısıyla insanların temel ihtiyaçları karşılamaktan acizdir" diyor fakat o da benzer bir analiz yapıyor. Monthly Review ekibinden bazı isimler de buna ekleniyor. Onlar da sistemin reforme edilebileceğini savunuyorlar. Bunu kapitalizmin doğasından kaynaklanan bir kriz değil, belli bir birikim rejimine özgü bir kriz sayıyorlar. Neoliberal modelin krizi olarak görüyorlar. Aslında, neoliberalizm 1980’lerle beraber sosyal haklara saldırarak 1990’ların ortalarına kadar kar oranlarını yükselterek sistemi canlandırdı, restore etti.

'İŞÇİ SINIFININ BASKISI YOK'

Kapitalizm neoliberalizm yüzünden değil, kendi özsel dinamikleri yüzünden krize girdi. Bunu yeni bir modelle aşabilmesi ise bana göre, ağır bedeller ödenmesini göze almadan mümkün değil. Ancak hem Türkiye’de hem ABD’de ve Avrupa’da sistemin gelir ve servet eşitsizliklerini düzeltmeye dönük veya finans sistemini düzenleyen bir müdahaleyle krizin çözülebileceği beklentisi ortaya çıktı. İki sebeple bu mümkün değil.

Birincisi, hem finans kesiminde hem de üretken sektörde bütün bir çöküşü göze almadan, sermayenin değersizleşmesini yaşamadan yeni bir canlanma mümkün değil. Aksi halde, canlanma yerine ancak durgunluk olacağı hatta varlık fiyatları balonu ve borç kırılganlığı devam ederse yeni krizlerle karşılaşılacağı söylenebilir. İkincisi dünyada kapitalizmi terbiye eden, bir sosyalist sistem ve kapitalist ülkelerdeki emekçi sınıfların baskısı yok. Düşünün, Hollande haftalardır Fransa’daki eylemleri kokteyl salonlarında karşılıyor, önemsemiyor bile. Burada işçi sınıfının ve onun organik aydınlarının sosyalizmin yaşadığı yenilginin yarattığı hayal kırıklığının etkisinden kurtulamadığını görüyoruz. O yüzden Yeni Anlaşma’nın bu şartlarda mümkün olamayacağını tartışmak istedim.

Yeni Anlaşma (New Deal) döneminde üretim taksimatı ve elektrifikasyon gerçekleşiyor. Fakat bir planlamadan söz edemiyoruz. Yeni Anlaşma, Sovyetlerin 'Beş Yıllık Planları'ndan sizce ne kadar ilham aldı? Öte yandan 2008 krizi sonrası birçok bilim insanı merkezi planlamanın yeniden gündeme gelebileceği öngörüsünde bulunmuştu. Sizce mevcut sınıfsal güç dengeleri içerisinde teknik olarak merkezi planlamanın gündeme gelme olasılığı var mı?

Bir kere Roosevelt’in Beyin Takımı içinde yer alan Dr. Tugwell daha önceleri Sovyetlere gidiyor ve Sovyetlerin büyük kalkınma hamlelerinden ilham alıyor. Ayrıca, planlamada ABD’nin Birinci Dünya Savaşı’nda mevcut olan Savaş Endüstrileri Kurulu’nun deneyimlerinden de yararlanıyorlar. Ama bunun sosyalist sistemin merkezi planlamasıyla ilgisi yok. Daha az merkezi, daha parçalı, konjonktüre göre değişen bir planlama. Yeni Anlaşma döneminde kurulan kurumların sayısının çeşitliliğinden ve farklı politikalar izlenmesinden bunu anlıyoruz. Çok sistematik değil.

'EŞİTSİZLİĞİN DOĞURDUĞU ENERJİ BİRİKİMİ VAR'

2008 sonrası merkezi planlama konusuna gelince... Hayır, 1929’daki gibi sistem bir çöküş yaşayıp herkes kendi başının çaresine bakma durumuna düşmedikçe merkezi planlama olmaz. Bunda üretimin, ticaretin uluslararasılaşmış olmasının rolü var. Kapitalist sistemde, merkezi planlama büyük bir çöküş ya da savaş şartlarında mümkündür. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra sosyalizmden ilham alan Afrika, Asya halklarında sistemden kopma bilinci, anti-emperyalizm geliştiğinde de merkezi planlama gündeme geldi.

1950’lerin ortalarına kadar liberalizm sürdü, ancak eski sömürgeci Avrupa’nın zayıflaması, bu halklarda Avrupalılara dönük nefreti açığa çıkardı, ulusal kurtuluş mücadeleleri yükseldi. Avrupa emperyalizmi zayıflayınca ABD onun yerine sosyalist sistemle rekabeti çerçevesinde benzer şekilde belli sınırlarla planlama mekanizmasını desteklemek durumunda kaldı.  Bu ülkelerde sosyalist kalkınmaya yönelişi görerek belli ölçülerde sanayileşme, kalkınma, planlama uygulamalarını destekledi. Türkiye’de de 1950’lerin sonlarında ABD uzmanları planlamayı teşvik ettiler. Emperyalizm durduramadığı bir eğilimi kontrol altına almaya çalıştı.  

Roosevelt, o zaman için piyasacılıkla özdeşleşmiş Amerikan sağının saldırganlığı karşısında işçi sınıfının umudu olarak sahneye çıktı. Aslında bu bir sol popülizm idi. Obama’ya benzer bir rol biçilse de krizin telafi edilme biçimi buna izin vermedi. Bugün Obama karşısında Amerikan toplumuna Trump gibi bir liderle sağ popülizmin damga vurması ihtimali nedir? Öte yandan Roosevelt döneminde ABD belli ölçüde içe dönmüştü. Trump da benzer bir içe dönme beklentisi ve hatta iyimserliği doğurmuş durumda, buna ne kadar ihtimal biçiyorsunuz?

Trump’a oy verenlerle Brexit’e oy verenlerin toplumsal yapısı ve ideolojik eğilimleri itibariyle benzediğini düşünüyorum. Küresel rekabetten olumsuz etkilenen mavi yakalı, Anglo-Sakson kökenli, geleneksel sanayi işçileri bunlar. İngiltere’de Corbyn’i, ABD’de Sanders’i ortaya çıkartan dinamik –ki figürler önemli değil dinamik önemli- müthiş bir eşitsizliğin, müthiş bir kutuplaşmanın doğurduğu bir enerji birikimi olduğunu gösteriyor. Aynı şey Trump için de söylenebilir. Neden zemin kazanıyor?

Trump’ın popülizm uygulayabilecek imkanlara sahip olmadığını düşünüyorum. Popülizm için kapanmak lazım, finans sistemi çökmeden kapanamazlar. 1929-39’a kadar Amerika bütün altyapısını yenilemişti, ancak şu anda altyapı eskimiş durumda. Amerikan aklının adamı Brzezinski, Stratejik Vizyon kitabında altyapının eskimesinden bahsediyor, demiryollarını, havayollarını Çin’le karşılaştırarak yenilenmemiz lazım diyor. Tabii ABD silahlanmadan vazgeçerse bir yenilenme mümkün, Obama kısmen bunu denedi ama sonra vazgeçti. Bunu istemesi için sistemin devalorize olması, borsanın çökmesi, bütün varlıkların uçması lazım. Yoksa Rusya’ya Çin’e dünyayı bırakmaları mümkün değil.

'AMERİKA VE İNGİLTERE ÇOK AĞIR HASAR GÖRDÜ'

İngiltere’de Brexit ortaya çıktı ama bu işten vazgeçiyoruz da diyebilirler. Yeniden oylamaya da başvurabilirler ama bu olmazsa İngiltere’nin ABD ile olan ilişkisinin daha da yakınlaşmasını bekleyebiliriz. İngiltere’nin ayakta kalması Kuzey Denizi’ndeki petrol gelirleri ve finans sektörüne bağlı. Oylama sonucunun açıklanmasından hemen sonra uluslararası büyük şirketler Londra’dan çekilme kararı aldıklarını duyurdular. Londra’daki gençlerin büyük kısmı da kalalım demişler. Bu borsada, finans sektöründe ve aracı sektörlerde çalışanların tercihini gösteriyor.

Çekilme, sorunu ortadan kaldırmaz. Eşitsizlik sürecek. ‘80’den sonra uygulanan neoliberal stratejinin iki ayağından birisi Amerika diğeri İngiltere, çok ağır hasar gördüler. Trump’ın kazanması veya Brexit bir şeyi değiştirmez, sistem kendi kendine çökmez ama çürür, kendini üretme dinamikleri zayıflar. Bu durumda, koruyucu önlemler, finans sektörünün sıkı biçimde düzenlenmesi gibi politikalar gerekir ki şu anda bu çapta bir müdahaleye sistemin dinamikleri uygun değil.

Öte yandan Brexit Britanya’nın bütünlüğünü zedeledi ama aynı durum 2008 krizinden sonra Amerika’da eyaletler arasında da var. Texas valisi krizden sonra federal hükümeti eleştirmeye başladı, bizim vergilerimizi transfer ediyorlar Californialılar yiyor diyor. Hatta gerekiyorsa anayasal haktan yararlanarak birlikten ayrılmaktan söz ediyor. İgor Panarin, Amerika’nın altıya bölüneceğini yazdı, Obama bunların Gorbaçov’u diyor. Bu gelişmeler çok ilginçtir. Neoliberalizmin en şedit uygulandığı ülkeler bunlar; en bölünmüş, en eşitsiz, en kutuplaşmış ülkeler de bunlar. Türkiye’deki sistem de bunlara benziyor. Çünkü 35 senedir kendisini bunlara benzetti, eşitsizliğiyle, sosyal adaletsizliğiyle, dış açığıyla, finansallaşmasıyla vs. Almanya, Japonya, Çin için aynısını söyleyemeyiz. Onların sorunu biraz daha farklı.

'LÜMPENLEŞME ARTTI, KENTLEŞME YOĞUNLAŞTI'

1930’larda sermayenin tekelci olan ve olmayan kesimleri arasında, krizin yönetilmesi konusunda bir görüş farklılığı var. Tekelci sermaye faaliyet yürüttüğü alanlarda karlarını güvende hissederken tekelci olmayan sermaye Yeni Anlaşma önlemleri karşısında kendisini güvencesiz bırakılmış hissediyor ve muhalefet ediyor. Bugünkü krizi önleme çabaları sermaye sınıfı içi yarılmalar vaad ediyor mu ve bunun politik sonuçları ne olabilir?

Tekelci olmayan sermaye ekonominin reel kesimiyle daha ilgili. 1929’dan bu yana işçileşmeyle beraber bu sermaye giderek tasfiye oluyor ya da büyük şirketleri taşeronları haline geliyorlar. Bağımsız varlıkları zayıflıyor. Tekelci olmayan sermayenin çok zayıfladığını zannediyorum hem küçük üreticiliğin tasfiye edilerek işçileşmesi hem de büyük sermayenin acentesi haline gelmiş olmaları nedeniyle. Daha sade bir kapitalizm var. Küçük esnaf, çiftçi sayısı azaldı. Yaygın küçük mülkiyet, tutucu, işçileşmekten derin endişe duyan bir toplumsal tabakaydı ancak toplam istihdam içindeki payları giderek zayıflıyor. Mesela Türkiye’de ücretli emeğin toplum aktif nüfus içindeki payı yüzde 75’e çıktı. Lümpenleşme de arttı ama bütün çarpıklığına rağmen kentleşme yoğunlaştı. Bu tür bir ekonomiyi planlamak daha kolay.

Büyük depresyonun ilk yıllarında, 1920’lerin orta sınıf kültürünün ürettiği "zenginliğin restorasyonu" beklentileri sürdü. Ancak işçi sınıfının eylemleri devrim beklentisini öne geçirdi. 2008 sonrasında para-kredi sistemiyle krize rağmen bir sözde zenginlik sürdürülüyor ve orta sınıf beklentileri işçi sınıfını atıl bırakıyor. Bugün bu kısır döngüden çıkılması için sınıfın yeniden hareketlenmesi nasıl bir iktisadi-ideolojik ortam gerektirir?

Bu krizin sebebini finansallaşma olarak tespit edenler finansallamanın arkasında yer alan gerçek ekonomik-siyasal-sınıfsal dinamikleri ihmal ediyorlar. Finansallaşma krize yol açan ara halkadır ama ardında gerçek dünyanın çelişkileri var. Bu anlamda finansallaşma bir sonuçtur. Gelir artış hızı düşüyor ve kar oranları ve ücretler durgunsa, üstelik burjuvazi işçi sınıfına rüşvet vermek istiyorsa finansallaşma olur. Mortgage krizinin arkasındaki gerçek nedir? Amerika’da 2000’de dot.com krizi, ardından 2001’de 11 Eylül saldırıları sonrasında durgunlaşan ekonomiyi canlandırmak istediler.

Burada Afganistan ve Irak savaşları için, faizleri düşürerek Amerikan işçi sınıfına verdikleri rüşvetle, savaş için ikna ve rıza oluşturdular. ABD nüfusunun en alt kesimleri ucuz para ile konut sahibi olabildi. Finansallaşmada bunların büyük rolü var. Şunu ifade etmek gerekir, kendi başına kar oranları düştüğü için kriz olmaz, ancak bu bir durgunlaşma yaratır ve bunun üstesinden gelmek için düşük faiz bol para siyaseti finansallaşmaya yol açar ve bu da krize yatkın bir istikrarsızlığı ortaya çıkarır. Mekanizma budur.

'GELİR YARATAMAYAN SİSTEM BORÇ YARATIYOR'

Dünyada her yerde daha önce söylediğim gibi, işçileşme, kentleşme, eğitim düzeylerinin artışı ve kadının işgücüne katılımı artıyor. Bu çok önemli bir dönüşümdür. Bu dönüşüm dünyada daha yüksek bir uygarlık kurma olanaklarını hazırlıyor. Ancak etkisini hala sürdüren hayal kırıklığı var.  Spazmodik hareketler dışında işçi sınıfı hareketi olmamasının bir nedeni bu. Ayrıca, bol para düşük faiz bir bağımlılık yaratıyor. Bu böyle devam edecek bir şey değil. Sekteye uğrayabilir, kırılgan. Mesela Türkiye’de hane halkının borcunun harcanabilir gelirine oranı, 2002’den 2013’e kadar yüzde 5’ten yüzde 55’e yükseldi. Bu az çok bütün dünyada böyle. Gelir yaratamayan sistem borç olanakları yaratarak ayakta duruyor.

Krize dönük önlemlerin karları kurtardığı, krizin maliyetinin işçi sınıfına fatura edildiği yorumları yapılıyor. Siz kapitalizmin kriz karşısında iki yola girebileceğini söylüyorsunuz. Birincisi 1929’daki gibi toplu yıkım, yani sermayenin değersizleşmesi ki karlar restore edilebilsin. İkincisi, 2008 sonrasında görüldüğü gibi kar oranlarının realize edilememesi pahasına yıkımın ötelenmesi, yani durgunluk. Hangisinde gerçekten krizin işçi sınıfın fatura edildiğini söyleyebiliriz? Durgunluk işçi sınıfına mücadele için zaman kazandırır mı yoksa sınıf bir toplu çöküşe kadar krizi hissetmez mi?

İşçi sınıfının ciddi olarak hareketlenmemesine ve çöküş olmamasına rağmen eylemler oldu. Kuzey Afrika’da Tunus’ta gıda fiyatlarının yükselişi isyanlara yol açan önemli bir etkendi. Bu yüzden gıda fiyatları yükselmemeli, bunu biliyorlar. Hafızaları var, ders alıyorlar. Taksit taksit ya da bir kerede alıyorlar, hatta yavaş yavaş almak işlerine geliyor, ani bir çöküşü göze alamıyorlar, kontrol dışı sonuçları olabilir. Büyük durgunluğa "yeni normal" diyorlar artık. Belli mesafeler kat etmiş olsalar da kapitalizmin yarattığı felaketlerin çözülemeyeceği konusunda gerçekçiler. Mesela sosyal eşitsizlik, mesela iklim krizi. O yüzden bu şartlar altında nasıl sürdürülebiliriz diye kafa yoruyorlar.

'BÜYÜK SERMAYENİN ZARARLARI EMEKÇİLERE YÜKLENİYOR'

Bir yandan da sosyal hakları kemirmeye devam ediyorlar. Finans kesiminin ve büyük sermayenin zararlarını devletleştirdiler, bunun doğurduğu devletin finansal yükünü emekçi halka yüklediler. Ancak bu aralar, finans sermayesine deniyor ki, siz de biraz ellerinizi cebe atın. Siz de krizin yükünün bir kısmını üstlenin. Panama Belgeleri olayını da öyle okuyorum, uçan kaçan finans sermayesini belli ölçülerde vergilendirmek istiyorlar. Obama, belgeler açığa çıkınca ‘bunlar da fazla oluyor’ gibi bir açıklama yaptı. Biraz vergilendirmek istiyorlar gibi okuyorum. Bu meselenin ortaya çıkışı dar siyasal bağlamla ilgili değil.

1929 sonrasında kapitalizmin krizi emperyalist hiyerarşiyi de sarsmıştı. Emperyalist stratejilerde Sovyetler Birliği dikkate alınıyordu. Nitekim 1945’ten sosyalist sistem karşısında emperyalist hiyerarşi İngiltere yerine ABD merkezli olarak yeniden kuruldu. Şimdi 2008 krizinin sistemik olduğunu söylüyoruz. Buna emperyalizmin krizi de diyebilir miyiz? Sosyalizmin var olmadığı koşullarda ABD merkezli emperyalizm yeni bir krizle baş başayken karşısında Rusya ve Çin odakları benzer bir yeni bir strateji arayışında etkili olabilir mi?

Kriz nedeniyle emperyalist hiyerarşinin daha karışık hale geleceğine katılıyorum ama Çin ve Rusya’nın hegemonik hale gelmesi ihtimalini görmüyorum. Çin bölgesel bir güç olabilir, henüz global bir güç değil. ABD de büyük iç ekonomik-sosyal-siyasal sorunlarına rağmen bu kadar zayıflamış değil. Hegemonya için bir ülkenin ekonomisinin çok büyük ve fazla veren yani kreditör olması gerekli, ayrıca silahlı gücünün çok daha fazla olması lazım, nihayet ideolojik ve kültürel olarak model olabilmesi lazım. Daha çok, çok kutuplu bir dünya, Çin ve Rusya’nın bölgesel güç olduğu, ABD’nin müttefikleri aracılığıyla müdahale ettiği bir düzen olacak. ABD’nin Avrupa ile Transatlantik anlaşması yapmaya çalışması, aynı zamanda Uzakdoğu’da bazı ülkelerle Transpasifik anlaşması, dar ekonomik boyutundan çok Rusya ve Çin’i "büyük bir paranteze" almaya çalışmakla ilgili. Doğu Avrupa’da Rusya’yı çevirmekten başlayarak Uzakdoğu’da Çin’i kuşatmaya giden bir süreç. Bu ABD’nin Grand Stratejİsidir.

Bu bakımdan, egemenliğin bölünmesini paranın durumundan da anlayabiliriz. Paranın sosyolojisi çok ilginç bir konudur, para hem siyasi hem ekonomik bir gücü yansıtır, devlet gibidir. Dünyada bugün pek çok bölgesel para var, doların hegemonyası yok artık, yuan, yen, euro bölgeleri var. Çok paralı bölgeler varsa egemenliğin de son tahlilde parçalı olduğunu düşünmek gerekir. Sonra bu kriz yalnızca emperyalizme mahsus bir kriz değil, bu kapitalizmin krizidir.

'HUZURSUZLUK VE ARAYIŞ VAR'

Diğer taraftan, ekonominin reel sektöründe olanlar finans sektöründe olanlardan daha heyecanlıdır. Dördüncü Sanayi Devrimi denen olayla Dünya Ekonomik Forumu’nun başkanı Klaus Schwab çok ilgileniyor. 2011’de Hannover’de Almanya fabrika sisteminin geleceği tartışılırken ifade ediliyor Dördüncü Sanayi devrimi. Biyoteknoloji ve  akıllı robotlar. Makineyi izleyen işçinin de yerine makineyi geçirmekten söz ediyorlar. Bence bu bir sanayi devrimi değil teknolojik devrim. Ancak bu yayılırsa ne anlama gelir? Değer yok. Kapitalist yok işçi yok. Müthiş bir uygarlık olanağı. Bu sistemin sorununu daha da ağırlaştırıyor, çünkü yayıldığı zaman, kar oranları daha da düşecek. Bu tür gelişmelere dayanarak kapitalizmin kendi kendine yıkılacağına dair tezler var.

Önceki krizlerde de bu beklentiler oldu. Şimdi de var, Wolfgang Streeck, Bertell Ollman, Randall Collins, Immanuel Wallerstein gibi. Yerine ne geleceğini belirsiz görüyorlar. Öznel faktör çok önemlidir. Fakat hep hayal kırıklığı, inançsızlık, ümitsizlik var. İspanya, Yunanistan, Fransa, İngiltere’de, Latin Amerika’nın bazı ülkelerinde kitle eylemlerine bakıldığında bir huzursuzluk ve arayış var. Fakat bu sistemin yerine koyabilecekleri henüz bir tasarım yok.

Krizin kaynağı ve çözümüne ilişkin analizlerde Marksistler eksik tüketim ve kar oranlarının düşme eğilimi gibi yaklaşımlarına göre ayrışıyor. Kar oranlarının düşmesinin sermayenin organik bileşiminin artışından kaynaklandığını söyleyenler, durgunluğun kaçınılmaz, karların restore edilmesinin yıkımı gerektirdiğini söylüyorlar. Yıkım hem savaş hem faşizm demek. 1929 sonrası dünya savaşı görülmüştü. Bugün kitapta belirttiğiniz gibi bir çatışmalar zinciri görünüyor, ancak bu sermayenin değersizleşmesine yetmiyor. Bunun için bir topyekün dünya savaşı öngörülebilir mi?

Rusya’nın elindeki silahlar ABD’nin elini bağlıyor. Balistik füzeler teknolojisi ABD’nin Rusya ile topyekûn savaşa girme riskini azaltıyor. Trump ve hatta Brzezinski gibi siyasetçiler ilginç biçimde Rusya ile iyi geçinelim filan da diyor. Bunda sanıyorum, Çin’i yalnız bırakma amacı var. Ama ABD dışişlerinden diplomatlar yönetimin Rusya ile olan ilişkilerdeki yumuşaklığına karşı muhtıra verdiler. Ben Ortadoğu, Uzak Asya ve Doğu Avrupa’da çatışma ihtimalini topyekûn savaştan daha fazla ihtimal olarak görüyorum. Ukrayna- Polonya- Kafkasya, Karadeniz ve Suriye’de Rusya ile karşı karşıyalar. Rusya ve Çin’in karşısında Çin’i Japonya, Güney Kore, Yeni Zelanda,  Avustralya, Endonezya’dan aşağı doğru bir parantezin içine almaya çalışıyorlar. Büyük parantez dediğim kısaca budur.

'ÇİN DOMİNO ETKİSİYLE SARSILABİLİR'

Bu parantez arasında Rusya, Çin ve İran’ı kontrol etmek istiyorlar. Tekrarlayacak olursam, Trans Pasifik Anlaşması ve Trans Atlantik Anlaşmalarının mantığının bu olduğunu zannediyorum. Bu iki anlaşma, büyük bir parantez açıp arada Çin ve Rusya’yı kapsama alıyorlar. Bana kalırsa Çin büyüse de önemli mali sorunları var. Yönetimlerinin ve işletmelerinin ciddi mali sorunları var. Çin domino etkisi ile sarsılabilir. Geçen sene Çin’den 680 milyar dolar para çıktı. Kendi ülkelerine dönüyorlar.

1993’de Huntington Medeniyetler Çatışması dediğinde batı medeniyetine karşı iki medeniyet saymıştı: Konfüçyüs medeniyeti yani Çin ve İslam Medeniyeti yani Ortadoğu. Japonya ve Latin Amerika batı medeniyetinin içindedir diyordu. Açıkça, Soğuk Savaş sonrasında ABD’nin yeni hasımlarını, mücadele alanlarını tanımlıyordu. Medeniyet çatışması sözü bir retoriktir, esas olarak ABD Soğuk Savaş sonrasında kendine yeni rakip çıkabilecek coğrafya olarak Çin’i tanımlıyor. Sovyetlerden sonra yeni bir gücün oluşmasını engellemek lazım diye düşünüyorlar. Ortadoğu’da ise hem Çin’in bağımlı olduğu enerji kaynaklarını kontrol amacı hem de küresel sisteme uzak ülkelerin bütünleştirilmeleri amacı var.

Krizin tanımını ve çözümünü bölüşüme göre yapanlar, bir yeni anlaşma beklentisi doğurdular ve beklentiler gerçekleşmedi. Piketty, Stiglitz gibi kapitalizme akıl hocalığı yapan ‘aydın despot’ akademisyenlerinin önerdiği, popülist çizgideki Syriza, Podemos gibi hareketlerin vaad ettiği adilane bölüşüme kapitalizmin izin vermediği görülüyor. 1930’larda Keynes Roosevelt’e yazığı mektupta devlet müdahaleciliği başarısız olursa geleneksel liberalleri kast ederek ‘Eski Dünya Partisi’nin egemen olacağını söylüyordu, siz buna ‘Devrim Partisi’ni ekliyorsunuz. Yani bölüşüm değil üretim ilişkilerini köklü bir şekilde değiştirecek, yeni bir düzen hedefleyen siyasi irade. Bugün yeni sosyal demokrasinin başarısızlığı karşısında Devrim Partisi’nin öne geçme ihtimali var mıdır?

Keynes, stratejik aklı çok yüksek bir politico-academicus idi. Bu anlamda İngiltere’nin ilk kapitalist-emperyalist ülke olmasının birikimini yansıtıyordu. Bu birikimde, bir yönetme aklı kadar, bilim devriminin ve ampirist felsefenin öncülerinin de bu ülkeden çıkmasının rolü vardır. Keynes, Birinci Dünya Savaşı’nın ve Rus Devrimi’nin ardından Avrupa’nın pek çok ülkesinde devrimci isyanlar ve onun ardından 1929 Büyük Depresyonu içinde, sosyalizan olmayan ama eski laissez faire liberalizminin de dışında bir çözüm aradı ve buldu. Bugün ise sistemin emekçi halklara verebileceği ödün kapasitesi hayli daralmış durumdadır.

'BELİRSİZ BİR DÜNYADA DEVRİM OLASILIKTIR'

Sistemde karlar durgundur, uluslararası rekabet şiddetlidir. İkincisi, dünya kapitalist sisteminde 1929’dan 1945’e kadar belirsizlik vardı, bir hegemonya boşluğu vardı ama yeni gücün ABD olacağı biliniyordu. 1944’de Bretton Woods ile birlikte ABD dünya kapitalist sistemini düzenleyebildi. Bugün de bir hegemonya krizi var ama yeni hegemonik aday yok. Egemenlik anlamında çok parçalı ve daha belirsiz bir dünya. Nihayet üçüncüsü, 1929’da SSCB vardı ve bir tehdit ve bir ideal olarak güçleniyordu. Bugün ise yenilginin hayal kırıklığı var. Ancak dördüncüsü, Soğuk Savaş’ın bitişinden sonra kapitalizmin insanlığa olan vaadi, "barış, demokrasi ve refah" idi.

Bugün 11 Eylül 2001’den beri her yerde savaş rüzgarları esiyor; demokrasinin kapitalizmle bağının giderek zayıfladığı görülüyor; ve nihayet 2008 krizinden beri ekonomilerde durgunluk devam ediyor ve üstelik bu duruma "yeni normal" deniliyor. Bu nedenlerle, sosyalizmin yenilgisinin hayal kırıklığı bir yanda hala etkilidir ve diğer yanda kapitalist sistem vaadlerini gerçekleştiremiyor. Tarihin akışının çatallandığı, öznel faktörün öneminin artacağı, belirsiz bir dünyada devrim ve karşı devrim olasılıklar içindedir.  

Yeni Anlaşma, kapitalizmin yüzyıl başında yaşadığı krize bulduğu çözümdü. Siz kitabınızın sonunda bir yeni-Yeni Anlaşma’nın ancak yeni bir uygarlıkla gerçekleşeceğini söylüyorsunuz. Kitabınızı Nazım’ın büyük insanlık şiiriyle bitirirken umudu buna bağlıyorsunuz. Sizce yeni uygarlık hangi temeller üzerinde inşa edilecek?

Büyük bunalım, geçiş, uzun savaş dönemlerinde ütopyaların arttığını görüyoruz. Bir rejimin veya bir sistemin kendini üretmesinde yaşadığı tıkanıklıklar hep yeni arayışlara yol açar. Bu rejimi/sistemi sürdürmek isteyenler için de geçerlidir, ona karşı olanlar için de. Kimin projesinin gerçekleşeceği güç dengelerine bağlıdır. 18. yüzyılın sonlarında yaşanan "ikiz devrimler", yani İngiltere’de Sanayi Devrimi ve Fransız Devrimi’nden beri geçen yaklaşık 250 yıldır, her türlü sarsıntı, yenilgi ve geri gidişe rağmen canlılığını yitirmeyen bazı kazanımların üstüne kurulacak bir yeni uygarlık olasılığı vardır.

Bu kazanımlar belli ilkeler demektir. Yeni bir uygarlığın, "eşitlik, özgürlük ve kardeşlik" üzerine kurulması gerektiği temel bir kazanım ve ilkedir. "Eşitlik, özgürlük ve kardeşlik", insanın kendiyle yapacağı anlaşmanın temel dayanakları ve ilkeleridir. Bunlar aynı zamanda yeni uygarlığın sütunları olmalıdır. Bu ise daha somut düzlemde, kamu mülkiyeti, katılıma dayalı bir yönetim, laisist bir eğitim ve hukuk düzeni, kadın hak ve özgürlüklerinin en yüksek düzeye ulaştığı, doğayla ilişkisinde insanın"‘sevecen" olduğu bir uygarlıktır. Bu ilkelerin, "kiz devrimlerden" beri yaşanan her olumsuzluğa karşın, insanlığın hafızasında yer aldığını ve bunların öneminin giderek daha da fazla anlaşıldığı bir süreçten geçiyoruz.