Endüstri 4.0 insanlığı kurtarır mı?

Emperyalist sistemin kâr etmekte zorlanan tekelleri, birbirinin önüne geçebilmek için bir mücadele veriyor. Bu doğrultuda savaş bile çıkartmaktan çekinmeyen patronları yeni teknolojileri tartışmaya iten gerçek tam da onları zengin eden düzenin insanları iyi bir dünyaya ikna edememesidir.

Anıl Çınar

1850 yılının bir Haziran gününde Londra’nın Regent Sokağı’nda yürüyen Karl Marx bir sergide gördüğü elektrikli lokomotif modelinden çok etkilenir. Liebknecht anılarında Marx’ın nasıl heyecanlandığını anlatır.

İnsanlığın gelişme kapasitesine hep umutla bakmış Marx ömrünün geri kalanını aynı şehirde tamamlarken tüm entelektüel gücünü kapitalist sistemin bilimsel teşhirine ayırmıştı; çünkü elektrikli lokomotifi yaratan sistem aynı gelişmenin önünde engel oluyordu. İnsanlık çelişkiler ve krizlerle dolu kapitalizmi aşmalıydı.

Yıl 1896 olduğunda elektrikli lokomotifin hala raylarda gözükemediğini de yazıyordu Liebknecht.

Peki 150 yıl sonrasında, üretme gücümüzü değiştirecek benzer bir gelişme insanlığı heyecanlandırabilir mi?

ENDÜSTRİ 4.0

“Sanayi Rönesansı”, “Endüstri 4.0” gibi kavramlarla ifade edilen değişim beklentisi son birkaç senenin popüler konularından biri oldu. Birinin ABD diğerininse Almanya kökenli olduğunu söylemiş olsak pek yanılmayız. Hatta Endüstri 4.0, Alman devletinin resmi desteğiyle hem Avrupa’nın hem Almanya’nın en büyük sanayi tekellerinin eliyle yürüyor.

“4.0” eki sanayide bugüne kadar gerçekleşmiş sıçramalara ithafen konulmuş. Buhar gücü - makinalaşma, elektrik – montaj hattı – seri üretim, bilgisayar – otomasyon daha önceki üç sıçramanın itici güçleri olmuştu. Yeni atılımın itici gücünün aslen bilişim sistemlerindeki gelişmelerin tüm otomasyon sürecini yeniden dönüştürmesi olacağı düşünülüyor.

Neredeyse kendi kendine işleyen akıllı fabrikalardan istihdam ölçeklerinin ve uzmanlaşma biçimlerinin değişikliğine uzanan bir potansiyel konuşuluyor. Eğer gerçekleştirilebilirse bunun insan toplumunun yaşama tarzına etkisi muazzam olacaktır.

4.0’ın iskeletini dört başlık oluşturuyor. Buna göre:

  • Makinalar, cihazlar, sensörler, hatta insanlar dahil her şeyin karşılıklı, sürekli ve kendiliğinden haberleşmesi
  • Fiziksel dünyanın olanca içeriğiyle sanal ortama taşınması
  • Siber-fiziksel sistemlerin kendi kendine karar verebilmesi, özerk davranabilmesi
  • Üretim sürecinin her aşamasında insana eşlik edecek siber-fiziksel sistemlerin insanlı görevleri kolaylaştırması, insanın yerini alması

Böyle bir iskeletin vücuda gelebilmesi için devasa ölçeklerde bilgiyi işleyebilecek, ilişkileyebilecek bir altyapıya gerek duyulur. Aslında bir üretim aracı diyebileceğimiz bilişim altyapısının aynı zamanda hızlı değişmelere ayak uydurabilecek bir esneklikte olması gerekir. Böylece “makine üreten makinelerin” de üretimi kolaylaşır, yerine daha gelişmişinin koyulabilme süresi kısalır ve sermaye çevrimi görülmemiş bir hıza kavuşur.

Bu kapasite ufukta görünüyor. Değişimin ve yaratıcılığın aslen yazılım dünyasında gerçekleştiği, donanımsal ekipmanlarınsa “tak çıkar” basitliğinde değiştirilebilir ve artırılabilir olduğu bir altyapıyı kurmak mümkün hale geldi. Bu gelişimde muazzam bir hız demek.

Bu aynı zamanda her emekçinin kendi dilini öğrendiği gibi ortak yazılım dilini öğrenmesi anlamına da geliyor. Uzmanlık alanlarının ortak bir sıradanlığa doğru gelişimini yalnız Fordist üretim bandı ortaya çıktığında değil ilk fabrikalardan beri biliyoruz.

Fakat teknolojik gelişim insanları kendi başına hiçbir zaman özgürleştirmedi. Öyle olsaydı üretimi çok kolay kılan makineler kullanıma girdiğinde üstelik benzer sıçramalar hem 19. hem 20. Yüzyılda gerçekleşmişken daha az çalışmak mümkün olurdu. Gerçekte olansa yüzyıl önceki 8 saatlik işgünü kazanımının bugün esamesinin okunmamasıdır, insanı tekdüzeleşmesi ve kötürümleştirmesidir.

Öyleyse neden bir endüstri devriminden bahsediliyor? Üstelik gelişimle değil, her zaman önce kârla ilgilenmiş olan sermayenin böyle bir dönüşümü gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceği ve bunu nasıl yapacağı hala belirsizken…

TEKNOLOJİNİN İDEOLOJİSİ

Emperyalist sistemin kâr etmekte zorlanan tekelleri, birbirinin önüne geçebilmek için bir mücadele veriyor. Bu doğrultuda savaş bile çıkartmaktan çekinmeyen patronları yeni teknolojileri tartışmaya iten gerçek tam da onları zengin eden düzenin insanları iyi bir dünyaya ikna edememesidir.

Görünen o ki patron sınıfı değişim algısını ve gelişmeyi, sisteme ikna metodu olarak değerlendirmek istiyor. Bunun için devlete doğrudan bağlı yayın organlarında teknolojik gelişmeyi kapak konusu yapıyorlar. Davos’ta toplanıyor ve emperyalizmin kurumsal arayüzlerinden biri olan Dünya Ekonomik Forumu’nu birkaç senedir bu gündeme ayırıyorlar.

Bunun için Leonarda DiCaprio’yu aynı toplantıda kürsüye çıkartıyor ve yine bir “düşünce vakfı” kuruluşunun CEO’suna, bu değişimin nasıl kapitalizm – komünizm karşıtlığının ötesinde bir sistem olduğu masalını anlattırıyorlar.

Üstelik, “yeni teknoloji”nin insanlığın kötüye gidişine çözüm olduğu algısını yaymaya çalışırken, aynı zamanda “insanlığı yutan teknoloji” temasıyla bu gidişatın dünyayı nasıl distopik bir karanlığa götürdüğünü, insanın etkisizliğini de anlatmayı becerebiliyorlar.

Oysaki bu iki salgı birbirine zıt gibi dursa bile aynı ideolojik amacın iki yüzü olarak işlev görüyor. Çünkü birincisi değişim algısının siyasal - sınıfsal bir devrimle bağını kopartmak, ikincisi de insanları acizliğe ve umutsuzluğa itmek için var.

Yeni teknolojiyle ne yapacağımız sorusunun yanıtı ise 150 yıl sonra hâlâ Marx’ın heyecanında ve aklında saklı.