Yönetilemeyen futbol: Kepazeliğin egemenliği

İsmail Sarp Aykurt, Fenerbahçe-Beşiktaş maçında yaşananları değerlendirdi: "Türkiye’deki toplumsal ve siyasal tıkanıklık kendisini stadyumlarda da gösterir hale gelmiştir. Gelecek günlerin stadyumlarda politizasyonun tepe yapacağı, maçların siyasi tahlillere konu edileceği zayıf olmayan olasılıklar içerisinde sayılabilir."

İsmail Sarp Aykurt

 

Her yandan "tuhaf bir durum var", "burnuma pis kokular geliyor" çığlıkları geliyor kulaklara. Bunların çoğu sorunun temel kaynaklarından bihaber olduğunda ve geri kalanının ise sorunun hala ve yalnızca bir "kulüp ve taraftar" sorunu olduğu başlıklarında anlaşmış gibi görünüyor. Geri kalanlar ise yine bir nefret söylemi eşliğinde "haklı" ya da "suçlu" arıyor ya da iddiasını ispat için eşelemeye devam ediyor. Kimisi "FETÖ" arıyor, kimisi ise şiddet yasası sayıklıyor. Desenize hala kasap et derdinde, koyun ise can…

"Sözün bittiği yer" ve "Artık bir şeyler yapmalı" başlıkları kaçıncı kez manşetten gözümüze sokuluyor hesap edilemez halde artık. Neden sözün bittiği yer olsun ki bu? Oysa ki henüz sözünü söylemekten aciz olan bizler değil miyiz? Bütün bunlar aslında bir "yabancılaşma"yı da içeriyor kendisiyle birlikte. Yabancılaşma ise kendisi ile birlikte bize iki şey daha sunuyor. Bunlar kayıtsızlık ve atalettir. Unutmayalım, stadyumlarda tuttukları takımları destekleyen seyirciler aslında toplumsal, coğrafi, mesleki ve tabii ki sınıfsal yapının izdüşümleridir. Stadyumlar, kültürlerin ve toplumsal niteliklerin de bir anlamda küçük bir formunu bize sunmaktadır. Bu formun Kadıköy’de, Sami Yen’de, İnönü’de ya da ülkenin en ücra köşelerinden birinde olmasının bir anlamı yok. Bu, toplumun bir yansımasıdır. Dün stadyumda yansıyan şey ülkedeki gerilimlerin ve negatif birikmelerin minimize edilmiş bir örneğidir. Ancak bir prototip değildir…

Biz iyi ya da kötü taraftar ayıklamaya çalışmıyor, bu olayların temel kaynağına dönük saptama yapmaya çalışıyoruz. 2010 yılı sonrasında Türkiye’deki futbolun yeniden dizayn sürecine değinilen bir tek başlık yok örneğin. Futboldaki hâkimiyeti de eline geçiren AKP hükümetinin 6222 sayılı Sporda Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun ile başlayan süreçte neyi uygulamaya koyup neyi senaryolaştırdığı aslında oldukça berrak. Yasa, önlem, yaptırım ya da yasaklara dair 33 maddelik bir form çıkarıyor ancak bu form, şiddet olaylarının çözümüne değil, artışına olanak sağlıyordu. Dünkü derbi bu ‘yasal şiddetin’ zirve yaptığı gündür. Arkada gizil örgütler aramanın bir anlamı yoktur. Varsa bir örgüt sermayedarların yanı başında aranmalıdır.

TÜRKİYE NASIL YÖNETİLEMİYORSA FUTBOL DA YÖNETİLEMİYOR

Türkiye yönetilemediği gibi futbol da yönetilememektedir. Ve kimi zaman bu olaylar sistem için bir gereksinimdir, kimi zamanlar da iştahlıca beklenen bir sonuç. Türkiye’deki toplumsal ve siyasal tıkanıklık kendisini stadyumlarda da gösterir hale gelmiştir. Gelecek günlerin stadyumlarda politizasyonun tepe yapacağı, maçların siyasi tahlillere konu edileceği zayıf olmayan olasılıklar içerisinde sayılabilir. Bu tür olaylar, gündemler sermaye sınıfına ve siyasal iktidara kullanışlı malzemeler sunmaktadır. Çünkü “Türkiye’de spor, devlet denetiminden ancak devlet izin verdikçe çıkabilmiş bir uğraşı; Türkiye’de spor yönetimi, toplumsal ekonomik bütünün  bağımlı  değişkeni; spor  yönetiminin  tarihi de,  son  tahlilde, Türkiye’nin  toplumsal, ekonomik,  siyasal  ve yönetsel  tarihidir.” (Kurthan Fişek, 2003, Devlet Politikası ve Toplumsal Yapıyla İlişkileri Açısından Spor Yönetimi)

Türkiye futbol mekanizmasının süreklileşmiş olarak kendisine Premier Lig modelini örnek aldığını biliyoruz. 1984 yılında İngiliz diktatör Thatcher’ın getirmeye çalıştığı Futbol Taraftarlığı Kimlik Sistemi’nin Passolig denilen fişleme ve ticaret aracına bir örnek teşkil ettiğini biliyoruz. İngiltere’de Thatcher bunu onlarca kişinin öldüğü, daha doğrusu planlandığı, Heysel Facia’sını kullanarak hayata geçirmişti. Heysel Facia’sında ortaya çıkan tablodan yararlanarak futbola dönük müdahalenin fitilini ateşlemişlerdi. Ülkemizde de süreç buna benzer bir şekilde başladı ve şike operasyonundan, planlanmış maçlara kadar vb. birçok şey bu ‘ilk örneğine’ dayandırılarak taklit edildi. Türkiye futboluna yapılan makyajlar bitmedi ve buna kadın ve çocuklara açılan tribünlerden, belediye takımlarının dönüşümü eşlik etti. İşte, Başakşehirler, Osmanlısporlar bu sürecin ürünleridirler. Tüm şiddeti yaratan ve teşvik edenlerin, katilin suç mahaline geri dönmesi gibi, yasa çıkarıp fişleme operasyonuna soyunması zaten planlı bir çalışmanın ürünüydü.

Dünkü olanlar da, bunun "ürün yerleştirme" uygulaması olmuştur.

TARAFTAR DEĞİL SEYİRCİ

Taraftar kavramına gelirsek… Sermaye sınıfının sınırlarını çizdiği yeni taraftar profili ile tribün kültürü ile tanımlanan taraftar kimliği arasındaki fark oldukça belirgindir. Tribün kültürü, ortak hareket etme, isyan etme ve başkaldırı potansiyeli taşırken, seyircilik ise edilgenlik ve uysallık içerir, ‘müşterilik’ olarak tanımlanır. Taraftar, kamu huzur ve düzenini bozacak, bir kamu alanı oluşturabilecek ya da asgari düzeyde de olsa bir örgütlülük sağlayabilecek bir oluşum olarak görüldüğünden ‘marjinalize’ edilir ve taraftarlar suçlu, holigan, fanatik vb. terimlerle süreklileştirilmiş bir biçimde hedef gösterilir. Medyanın da yoğun bir biçimde işlediği ve yön verdiği bu durum, sistemin emrettiği şekilde yaşamaya direnen taraftarı karşısına almaktadır. 

Kapitalizm ve sermaye sınıfının etkisi bu denkleme mutlaka dâhil edilmeli ve futbol düzeni bu etkiden bağımsız düşünülmemelidir. Bu anlamda her şeyi içi boş bir ‘holiganizm’ içerisinde değerlendirmek birçok gerçeğin üstünün kapanmasına ön ayak oluyor. Ve asıl nedenin, kaynağın ne olduğu konusunda bulanık bir görüntü veriyor. Buradaki çıktı, taraftarın bir bütün olarak aklanması değil, ülkenin getirildiği psikolojinin ulaştığı safhanın yansıtılma çabasıdır. Unutulmasın ki,  holiganizm de bir düzen içi terimdir ve sermaye sınıfı tarafından yaratılmıştır. Pankarttan taraftar tutuklamanın, pankart yasaklamanın, insan fişlemenin, tribünlerde cadı avı başlatmanın, bir gözetim toplumu yaratmanın bedelini emekçiler ödüyor. Şiddet adı altında pazarlanan sorunu bizzat üretenler, kendi ürünlerini koruyor, kolluyor. Nedir peki bizim örnek alacağımız dersek? Can Kozanoğlu’nun dediği gibi, “Seyirci değil taraftar olduğunuz zaman tribün sosyalizme benzer. Tribünle de sosyalizm bir kere buluştuktan sonra hiç ayrılmamak en iyisidir.”

O halde bu yaşadığımız durumu bu noktaya getirenler bize hala nasıl akıl verecek durumda oluyor, biz de nasıl oluyor da bizi kendi ülkemizde ‘rehin’ alan kişi ya da kişilere âşık olabiliyoruz?

Yaşadığımız bariz bir Stockholm sendromudur…

Türkiye’de güç dengeleri yeniden değişiyor. Ve bu dengelerin değişmesindeki en önemli alanlardan birisini futbol oluşturuyor. Futbol maçlarını küçümsemeyin. Çünkü dün yaşananlar ülkenin halet-i ruhiyesinin küçük bir örneklemidir.

Algı operasyonlarını falan bir kenara bırakmakta fayda var. Büyük resim bize futbol egemenlerinin elinde bir oyuncağa döndüğümüzü yeterince kanıtlamıyor mu?

Artık cenazeyi kaldırmanın vakti geldi de geçiyor…