Deniz'in Sırrı

Bir fotoğraf var, Deniz’in sırrını aşikâr eden. Orada, öğrenciler, İstanbul Üniversitesi’nin rektörlük binasına yürüyorlar. Bir adım, ama bir adım önlerinde Deniz. Sol kolunu kaldırmış, sol eli açık, gel işareti yapar gibi. Sanki hepsini, geniş bir kulaç hareketiyle havayı yararak, öne doğru itiyor. Sağ kolu omuzundan hafif bir açıyla önde, yere dönük sağ eli yumruk. Arkadaşlarının gücü orada toplanmış da, üzerinde yürüdükleri zemine akıtılıyorcasına. Deniz’in sırrını aşikâr ediyor bu fotoğraf.

Belki bu tarif, semazen motifini çağrıştırmıştır, ama Deniz, gök katından beklenenlerin ayağını yere bastırarak ayrılır bu motiften. Tıpkı, 6 Mayıs şafağından, Hızır’la İlyas’ın buluşup dilekleri yerine getireceği efsanesini, Hıdırellez’i silip atması gibi.

“Kahrolsun Amerikancı sendikacılık!” Deniz Gezmiş adına, Türk-İş’i protesto eyleminde böyle haykırırken rastlıyoruz önce. Ağustos 1966’da. Sonrası, Amerikancı olan her şeyi kahretmeye yönelik bir mücadele süreci zaten. Bu süreç, 13 Haziran 1968 tarihli gazetelerin kendisinden “gençlik lideri” olarak bahsedecekleri bir ivme kazandığında, Deniz’in sırrına erilecek bir başka kanal açılıyor önümüzde: Bağımsızlık ruhu. Hani o şimdi üzerinde tepinilen, üç kuruşluk iftiralarla karalanmaya çalışılan ruh. Bir sırrın iki temel kanalından duyulan korku aslında, telaşla darağacı kurulmasına yol açan da, tarihten silmeye çalıştıran da.

Deniz Gezmiş’in eylem adamlığı, ölüme gözünü kırpmadan gidişi, bir kahramanlık mitosu olarak belleklerde yer edişi, hiç kuşkusuz, tarihimizin onur sayfalarına silinmemecesine yazılı kalacaktır. Ama bize asıl gereken, bizi asıl güçlendirecek olan, Deniz’in hikâyesinde, “en güzel 100 metre koşusu”nun ötesindeki sırra vakıf olmaktır. Deniz’in nasıl öldüğüne, nasıl yaşadığı açısından bakabilmektir. Belleksizleştirilmeye çalışılan bir ülkede, geriye, sıçrama noktalarının kalması ne kadar doğalsa, o sıçramayı sağlayan birikimi anımsamak da o kadar önemlidir.

O fotoğraftaki Deniz, arkadaşlarını ileriye çağırırken yalnız kalmadıysa, damar neredeyse kazmayı oraya vuran madenci oluşundandır bu. Ve o damardır hâlâ, en ücra bir köy evinde ayna kenarına fotoğrafını iliştirten, hâlâ adını taşıyan çocuklara seslenilirken geniz yakan.

Nedir o? Bu toprakların devrimcisi olmaktır. Toplumu şahdamarından kavrayan itirazdır ya da. Nedir o? Bir kantinde çarpışma olasılığınızın yüksekliğidir. “Sıradan”ın yanı başındaki öncüdür ya da.

Bir akşam, çingenelerin çayıra salıverdiği kemikleri fırlamış bir beyaz atın sırtında, kızlar yurdundaki bir pencerenin altında berbat sesle serenat yapılan kız arkadaştır, ertesi sabah üniversite işgalinde bu dalgacı adamla omuz omuza yer alan.

Gençtir Deniz. Gençlerden biri. Arkadaşlarının anılarında, yalnızca teorik tartışmaların, eylem planlarının değil, belki daha çok muzipliklerinin, “hırtlık”larının dile getirilmesi, genellikle gülerek yapılan anlatımların yer alması, yanılmayın, bir bellek seçiciliğinden değildir. Bu anıların Deniz denilince canlanması, verdiği mücadelenin kavratıcı unsurudur.

Edebiyata düşkünlüğü bilinir. Şiire, sinemaya. Bir yapıtı okumanın, izlemenin, “sek” hazzını tatmayı bilir. Kendisine orada özdeşleşecek kahramanlar arayan, önündeki pratik ya da teorik meseleye çözüm getirmesini bekleyen dar bakışlılardan değildir. Keseye en uygun ve lezzetli rakı-balık mekânlarına böyle beklentilerle gitmediği gibi.

Dönemin moda akımlarıyla hesaplaşarak, herkes kadar etkilenip süzülerek gelmiştir marksizme, Avrupa’da işçilere gece okullarında okutulmak üzere kaleme alınıp, şematizmin, basitleştirmenin kaçınılmaz izlerini taşıyan kitaplardan cümleler devşirerek değil.

Bu nitelikleridir, büyük sırrının anahtarı biraz da. Deniz bir eylem düzenliyorsa gençlik adına, o eylemin hedefi, sınırı tanımlanmıştır. Sonuç almaya yöneliktir, serüven yaşamaya değil. Kurulu düzeni rahatsız eden bu olduğu içindir, kuşatılıp bir başka mecraya itilmesi. Orada bile, o güne kadar izlediği çizgiyle sağladığı güvenin toplum nezdinde sarsılamadığını görürüz. “Deniz bir şey yapıyorsa, haklıdır,” fikrini en sıradan yurttaşta bile egemen kılan, taleplerin büyüklüğüne küçüklüğüne hiç aldırmadan, elle tutulurcasına bir meşruiyet hattına oturtmasıdır.

Topluma nüfuz etmiş ve verili bir anda, elinden alınmaya çalışılan tek bir değer yoktur ki, Deniz sahiplenip bayraklaştırmasın. Ne aptesinin kaçacağından korkmuştur, ne “aman bana şöyle derler” kaygısı duymuştur. Hedefe kilitlenir ve kullanabileceği hiçbir araca dudak bükme lüksüne sahip olmadığını bilir. Sistemin, yalnızca resmî söylemlerde kalmış niteliklerinden kopuşunu, halkla arasına sokulacak bir kama olarak kullanabilecek kadar kıvraktır. Sürekli bir bağımsızlık vurgusunun, dur durak bilmez bir Amerikan emperyalizmi ve işbirlikçileri teşhirinin “kavranacak halka” olduğunun keşfi, bizzat kendisinin analizinden üremiştir. Amelelere, öğrencilere, köylülere omuzları dokunduğu için mümkün olmuştur bu.

Deniz, gençliğin öncü nitelikli bir arkadaşı olarak, ülkesinin bütün sıçrama taşlarını bir topograf titizliğiyle gözeterek, nüfuz etmiştir bu toprağa. Yalnızca, 24 yaşında asılarak öldürülen, tertemiz bir genç insanın, vicdanlara iz bırakmasından çok ötede bir şeydir sözünü ettiğimiz…

Destanlar, ölüm ânının değil, yaşamın izini sürerler. Bütün bir alçaklar güruhunun iğdiş etmeye çalıştığı da budur.

Evet, belki bir Deniz Gezmiş anlatımında, çok daha fazla eylem, kavga, direniş, çatışma, soygun, zincir, darağacı kelimeleri geçmesi beklenir. Belki, 6. Filo’ya verilen ders, Filistin günleri, İçişleri Bakanı’nı kepaze edişi, Commer, General Lynn’in kafasında patlayan bardak anlatılsın istenir. Belki, yanlışlarından söz edileceği umulur bu gencecik insanın, 71’deki payından, partiye yabancılığından, sınıfsal yaklaşımından… Belki…

Ama, çekin bir toplam çizgisi bunların altına. Sonuç, Deniz’in bugüne bıraktığı izi verecektir. Bu izden hangi noktalar belirginleştirilmeli sorusunun yanıtı, Deniz’le eylemin somut hedefi ve sınırı ilkesini paylaşıp paylaşmadığınıza bağlıdır.

Bir fotoğrafta, Deniz kucaklamıştır arkadaşlarını, yürüyorlardır. Adımlarını uyarlamayı gözetiyordur Deniz. Bir sırrını aşikâr etmektedir…

Asaf Güven Aksel (soL)

Not: Bu yazı daha önce haftalık soL dergisinde yayınlanmıştır.