Sınava beş kala “3 SAAT”

Her yıl yaklaşık 1,5 milyon genç Türkiye’de bir üniversitede okuyabilmek için öğrenci seçme ve yerleştirme sınavlarında birbirleri ile yarışıyor, bu sene de yarışacak.

Bu yıl yapılacak sınavların ilkine sadece bir hafta kala üniversite sınavı sürecinde yaşananları anlatan ilk uzun metraj belgesel film “3 SAAT: bir ÖSS belgeseli” raflarda yerini aldı. Öğrencilerin sınav sürecinin birçok boyutuyla nasıl yaşandığını, sınava giren altı gençle bir yıldan fazla zamanı beraber geçirerek ortaya koyan bu çarpıcı belgeseli, yönetmeni Can Candan ile konuştuk.

Yaklaşık 1,5 milyon genç önümüzdeki Pazar günü yapılacak Yükseköğretime Geçiş Sınavı’na (YGS) hazırlanırken birçok ödül alan, “3 SAAT: bir ÖSS belgeseli” geçtiğimiz hafta sessiz sedasız DVD ve VCD olarak raflarda yerini aldı.

Filmin fragmanı:

2008 yılında 5. Uluslararası Bodrum Film Festivali, SİYAD Eleştirmenler Ödülü, 2009’da Ankara Uluslararası Film Festivali Ulusal Belgesel Film Yarışması Üçüncülük Ödülü almaya değer görülen, yine 2009’da 41. SİYAD Türk Sineması Ödülleri En İyi Belgesel Adayı olan, 28. Uluslararası İstanbul Film Festivali’ne ve 12. Uluslararası 1001 Belgesel Film Festivali’ne katılan “3 SAAT: bir ÖSS belgeseli” filmini Can Candan ve Serdar M. Değirmencioğlu birlikte gerçekleştirmiş. Candan ve Değirmencioğlu’nun yanında belgesel filmin ortaya çıkışında öğrencilerden öğretim elemanlarına büyük bir kollektif emek var.

“3 SAAT” 2004 yılında ÖSS’ye giren iki milyona yakın adaydan, İstanbul’da yaşayan altısının bir yıl boyunca süren macerasını anlatıyor. Belgeselde izleyici, adayları aile ortamlarında, okullarında, dershanelerinde, ÖSS sürecinin tüm aşamalarını yaşarken ve bu sürecin sonucunda vardıkları yerlerde izliyor. Filmi hazırlayanlar, “Bu toplumsal travmaya, bu trajediye, 2004 yılında ÖSS’ye giren iki milyona yakın adaydan altısının hayatlarına bir yıl boyunca tanıklık ederek dikkat çekmek, bu travmanın dillenmesini, görülür, paylaşılabilir olması için bu filmi yaptık” diyorlar. Sınava giren öğrencilerden velilere, öğretmenlere, tüm topluma, herkesin kendisinden mutlaka bir parça bulacağı ve belki izlediğinde yaşanan travmaya tekrar şahit olarak sıkıntıları tekrar hissedeceği büyük emek ürünü bu belgeselin yönetmeni, Boğaziçi Üniversitesi’nde öğretim elemanı olarak görev yapan Can Candan’la bu belgesel film üzerine güzel bir sohbet gerçekleştirdik.

soL: Öncelikle belgeselin hikayesinden başlayabilir miyiz? Nasıl, hangi dertlerle başladı bu hikaye?
Can Candan: Öncelikle şunu vurgulamak gerekir. Bu belgesel bir gelişim psikoloğu olan Serdar M. Değirmencioğlu ile bir belgesel sinemacının ortak ürünü. Ve iki akademisyenin ortak çalışmasının ürünü. Dolayısıyla ÖSS’yi insanların eğitim hakkı önüne çekilmiş bir duvar olarak düşünürsek, eğitime erişim konusunda büyük sıkıntıların çekildiğini düşünüyoruz. Bunları düşünen iki akademisyen olarak aslında biz bu inşa edilen duvarın diğer tarafında duruyoruz. Şunu her gün yaşıyoruz. Bizim karşımıza gelen insanlar bu sistemden gelen insanlar ve çoğu da yorgun, bezgin ve kendini tanıyamamış bir şekilde geliyorlar. Yani eğitim sistemi onları o zamana kadar tüketmiş oluyor. Kendilerini tanıma fırsatı elde etmeden geliyorlar üniversiteye.

Bu sorunu hak bağlamında düşünmek çok önemli. Dolayısıyla bizim çıkış noktamız öyle bir şey. Bu ülkede birtakım insanların hakları yeniyor, aynı zamanda bu durumun başka mağdurları da var. Biz de öğretim elemanları olarak bunun mağduruyuz. Sadece öğrenciler, aileler değil, genel olarak toplum mağdur. Artık öğrenciler yuvadayken dahi, veliler “ben çocuğumun ileride iyi bir üniversite okumasını istiyorum. Hangi okula yollamalıyım” diye düşünüyor. Bu eleme ve erişimin engellenmesi meselesi çok küçük yaştan itibaren yaşanıyor. Okullar çok iyi performans gösterecek elemanlar arıyorlar.

1974’ten beri Türkiye’de bu üniversiteye yerleştirme sistemi eleme ile bu şekilde devam ediyor. İşin en garip tarafı da bunun etrafında dönen söylemlere bakıldığı zaman, her sene aynı laflar söyleniyor, sorun her sene kamuoyunda aynı şekillerde tartışılıyor. Ama bu adayların neler çektiklerini bir onlar biliyor, bir de belki etrafındakiler biliyor. İşin bu bireysel boyutu tartışılmıyor. Öne çıkan tek şey dereceye girenler, onların hayat hikayeleri. Bir de çok başarılı olan, çok zor şartlardan gelmiş insanların hikayesini dinliyoruz sınavlardan sonra.

soL: Bu işin çok ideolojik bir boyutu var bir taraftan da. Bir eşitlik yanılgısı yaratılmaya çalışılıyor.
Can Candan: Evet tabii ki, eğer sen çalışırsan, azim edersen, bireysel başarı mümkündür. Bu tabii ki belli bir ideolojinin yansıması. Ama milyonlarca insanın hakkı olan eğitime ulaşamama meselesi hiçbir şekilde tartışılmıyor, ana akım medyada tartışıldığını göremezsiniz bu meselenin. Bir ilginç nokta da basın arşivini taradığımızda ortaya çıktı. Her sene aynı laflar, aynı görüntüler. Aynı anfi, aynı haber sunumları. Basının ilgisi de, sınavdan bir hafta önce başlıyor, ÖSS bitiyor birkaç gün daha devam ediyor. İlginin bir diğer zirvesi de sonuçlar açıklananınca ortaya çıkıyor. Bir de yerleştirme sonuçlarının açıklanması da küçük bir zirve. Bir taraftan da birinciler diye gösterdikleri insanlar sonrasında ne oluyor, ne yapıyor bu insanlar, bu da yok.

Çıkış noktalarımız biraz böyle tespitlerdi. Bir başka tespitimiz de akademi içinde, bu mesele ile ilgilenen öğretim elemanı sayısı çok çok az. Ülkenin kanayan bir yarası var, bunlara akademisyenler de müdahil değil. Biz bu konuda dertliyiz ve bizim söyleyecek sözümüz var diyerek yola çıktık. Bizim için bir belgesel yapmanın anlamlı olacağını düşündük. Bir eylem olarak anlamı olacağını düşündük. Tabii bu noktada, nasıl bir belgesel sorusu ortaya çıkıyor?

soL: Evet, nasıl bir belgesel?
Can Candan: Bin bir türlü belgesel yapmak mümkün. Ne tür bir şey olacak? Bizim derdimiz, işin yaşanan ama ortada olmayan boyutuydu. 1,5 milyon insan. Sadece rakamlarla ifade edilen, ama hikayeleri hiç anlatılmayan insanlar. Belgeselde var olan 6 insan tabii ki tam olarak 1,5 milyon insanı temsil edemez ama, bir nevi de temsil eder. En azından belli hikayeleri belgesel haline getirirsek, bireysel olarak neler yaşanıyor bunu ortaya koyabilirsek, işin bu boyutunu tartışılır, görünür hale getiririz diye düşündük. Dolayısıyla biz gençlerin ne yaşadığı üzerine odaklanmak istedik. ÖSYM Başkanı’nın ya da başka birinin ne düşündüğü bu belgesel bağlamında o kadar önemli değildi. Zaten konuşanlar onlar, konuşamayanlar gençler, en mağdur olanlar ama hiçbir şey sorulmayan gençler. Var olan hiyerarşide sürekli alt kategoride yer alan, bir şey sorulmayan gençler. Serdar’la da belli tartışmalardan sonra 6 insan hikayesi anlatmaya karar vermiştik. Bir de bir yapı kurmak gerekiyordu. Sembolik olarak bir yılbaşı ile başlamak anlamlıydı. Yeni yıla başlangıçta ümitler, ileriye bakmalar, geriye bakmalar vardır. Bunun bir sembolik anlamı var diye düşündük. Dolayısıyla öyle bir günde başlarsak ve adayları bir yıl sonraki yılbaşı gecesine kadar takip edersek bunun anlamlı bir yapı olacağını düşündük.

soL: Nasıl seçtiniz adayları?
Can Candan:
İster istemez böyle bir film yaparken belirli bir temsiliyeti düşünüyorsunuz. Her ne kadar 6 kişi bu temsiliyeti tamamıyla oluşturmasa da belli bir temsilleri var. Coğrafi olarak kendimizi sınırlandırmamız gerekiyordu. Bir taraftan tam zamanlı öğretim elemanı olarak çalıştığımız için, izin alalım gidelim, böyle bir lüksümüz yoktu. Sembolik olarak İstanbul’la sınırlandırmak anlamlıydı. Çünkü İstanbul neresinden baksanız Türkiye’nin her yerinden insan barındıran oldukça kozmopolit bir şehir. Nasıl belirledik bu insanları? Türkiye’de farklı türlerde liseler var. Süper lise, düz lise, meslek lisesi, özel lise gibi. Farklı lise türlerinden öğrenciler bulursak, İstanbul içinde belli bir sosyo-ekonomik çeşitliliği de yakalayabiliriz diye düşündük. Çeşitlilik yakalamamız, farklı toplumsal sınıflardan insanların bu deneyimi nasıl yaşadığı önemliydi. Ama bunu yaparken de “ailenizin geliri nedir?” filan gibi bir istatistiki anket yapmak yerine lise türlerinin üzerinden gittik. İşte mutlaka yabancı dilde eğitim yapan, özel sınavla girilen okullardan olsun dedik. Meslek lisesi mutlaka olsun istedik. İşte bu süper lise denilen şey mutlaka olsun istedik, düz lise, vakıf lise olsun istedik. Derken 6 lise oldu. Bu süreç sonunda çeşitli okullardan çeşitli öğrencilerle görüştük. Tabii görüşme yaptığımız insanların ÖSS ile derdi olan, bunu ifade etmek isteyen ve bizimle bir yıl sürecek bir çalışmaya dahil olabilecek ve bize güvenebilecek, bizi yarı yolda bırakmayacak kişiler olması gerekiyordu. Bu kıstaslara uygun kişileri seçtik. Onlarla 31 Aralık 2003 yılbaşı gecesi ilk çekime başlayacaktık ki 6 kişiden biri ben yokum dedi. Dolaysıyla bir anda 5 kişiye düştük. Tabii bu çok zor birşey oldu. Çekimlere böyle başladık, ama çok kısa bir süre sonra bir başka arkadaşımız katıldı. Öyle yola çıktık. Tabii onlar da bizi seçtiler aslında. Biz sorumluluğumuzun, beklentilerimizin ne olduğunu hem ailelere hem de adaylara ifade ettik. Böyle bir şekilde yola çıktıktan sonra hiç fire vermeden bugüne kadar geldik. 2004-2010, 6 yıldır beraberiz. Şimdi çoğu okullarını bitirdiler.

Bu altı gencin 1-1,5 yıl boyunca bize böyle birşey yapmaya izin vermeleri , bunu kabul etmeleri büyük bir cesaret. Birçok insana gidip deseniz ki bu sene üniversite sınavına giriyorsun, biz de bunun belgeselini yapacağız, kamerayla peşinizde dolaşacağız. Bir sürü insan der ki “git işine istemem ben böyle bir şey.” Dolaysıyla bu altı arkadaşımızn böyle birşeyi kabul etmiş olması büyük bir cesaret göstergesi. Onlara müteşekkirim gerçekten.

soL: Biraz filmin yapım sürecinden bahseder misiniz? Büyük bir kollektif emeğin ürünü bildiğimiz kadarıyla belgesel?
Can Candan:
Çok kısıtlı bir bütçe ile yola çıktık. Birçok insan bu filmde gönüllü çalıştı. Bu, filmin çok önemli bir özelliğidir bence. Bütün çekimleri yapan ekipler, öğrencilerden, araştırma görevlilerinden, öğretim görevlilerinden oluşuyordu.

Çekim aşamalarında erişim ile ilgili sorunlar oldu. Bazı okullar okulda çekmemizi istemedi. Mesela belgeselde bir özel lisede okuyan Mert birçok öğrenciden daha eleştirel düşünebilen bir öğrenci. Okul bu öğrenci bizim okulumuzu temsil etmiyor diyerek çekime izin vermedi. Mert o okula ve eğitime eleştirel yaklaşan bir öğrenci olduğu için bir nevi sansür uygulandı, erişimimiz engellendi. Aynı şekilde dershanelerde, bir dershanenin yerel yöneticisi tamam derken, genel merkeze sorduğu zaman, genel merkez biz kendi temsilimizi ancak kendimiz yapabiliriz diyerekten bize izin vermedi. İşin toplumsal bir boyutu olduğu düşünülürse, burada bir nevi sansür uyguluyorlar.

Ve filmin çekimleri bittikten sonra yapılan birçok hizmet de bir gün bütçe oluşabilirse o zaman emeğinizin karşılığı ödenir şeklinde ertelenen ödemeler şeklinde oldu. Çekim ekiplerinde yeralan öğrenciler bir nevi bu filmin ortak yönetmenleri aynı zamanda. Adaylara yaş olarak yakınlıkları sayesinde belki de benim soramayacağım soruları sorabildiler, benim bulunamayacağım ortamlarda bulunabildiler. Aslında 40 kişilik bir ekipten bahsediyoruz. Bu kollektif çaba halen devam ediyor. Poster tasarımından web sitesine kadar. Tabii bir taraftan da çok borca girmiş bir film.

soL: Film DVD ve VCD olarak raflarda yerini aldı geçtiğimiz hafta. Ancak raflara uzanmadan önce de filmin bir gösterim hikayesi var esasında. Nerelerde gösterildi, ne gibi tepkiler aldınız bu süreçte? Sizce belgesel amacına ulaştı mı?
Can Candan:
Ben film derdini ifade edebildi diye düşünüyorum. Çeşitli gösterimlerde aldığımız geri dönüşler de bunu gösteriyor. Biz bu durumu yalın bir şekilde ortaya koyan ve insanların bu yaşadıklarını anlamaya yönelik bir film yapmaya çalıştık. Sanırım bunu becerebildik. Bir şekilde de bunu seyreden insanın içinin kasvetle dolması, bir sıkıntı yaratması gibi bir etki yapmasını istiyordum ben. Yaratabildiğimizi hissediyorum.

soL: Biz arkadaşlarla boğulduğumuzu hissetmiştik filmi izlediğimizde. Oysa ki 10 yıl olmuştu sınava gireli.
Can Candan:
İşte amacımız da buydu bizim. İnsanlara bunu hissettirebilirsek, insanlar bu filmi izlediklerinden sonra daralırlarsa eğer, o zaman biz unutmaya karşı birşey yapmış olacaktık. Çünkü unutuluyor. “Ben yırttım, ben köşeyi döndüm, beni ilgilendirmiyor artık.” Bunu kırmak için birşey yapmak gerekiyordu, dolaysıyla hatırlatmak gerekiyordu. Bazı gösterimlerde ağlayanlar oluyor ve filmden sonra bunu ifade ediyorlar. Zaten yaşananlar karşısında insansak eğer kötü hissetmemiz gerekiyor kendimizi.

Belgesel amacına ulaştı mı? Bazı açılardan evet, bazı açılardan hayır. Bu kadar insanı ilgilendiren bu kadar da kanayan bir yaraya parmak basan ve işte bir takım festivallerde takdir gören, ödül alan bir filmin bir şekilde Türkiye’de vizyona girmesi gerekiyordu. Ama maalesef Türkiye’de belgeseller konusunda öyle bir alışkanlık, sistem yok. En büyük sıkıntı bu, bütçeyi bir şekilde yine de hallettik, film ortaya çıktı. Daha fazla paramız olsaydı daha mı müthiş birşey çıkardı bence hayır, bence çıkması gereken film ortaya çıktı. Daha fazla paramız olsaydı daha çabuk ortaya çıkardı film, bu olurdu. Çünkü bir bağımsız belgesel, tamam yapması 3-5 yıl sürüyor ama, 2005 yılında çekimleri biten bir filmin 3 sene sonra gösterime girebilmesinin en büyük sebeplerinden birisi bütçe kısıtlamasıdır. Asıl zorluk filmi bitirdikten sonra ortaya çıkıyor. Sadece bu belgesel için değil, birçok bağımsız belgesel için de bu geçerli. Birçok insan canını dişe takıyor, belgesel yapıyor, çok önemli konularda bence. Ama belgeseller Türkiye’de seyirciye ulaşamıyor.

Biz bugüne kadar belgeselimizi hep kendi imkanlarımızla gösterdik orda burda. 2008’den beri kendi imkanlarımızla kendi bağlantılarımızı kullanarak bu filmi birçok yerde göstermeye çalıştık ve gösterdik. Toplam ulaşabildiğimiz seyirci sayısı 4 bin civarında sanırım. 4 bin seyirci, 70 milyon insanın yaşadığı, her sene 1,5 milyon insanın bu sınava girdiği ülkede bu hiçbirşey demek tabii ki. Tanıtım yapılmadığı zaman, gazete yazmayınca, televizyon göstermeyince ulaşamıyor insanlara.

Bu tür belgeselleri dağıtan kurumlara ihtiyaç var. Yani bu sendika mı olur, ya da sendikaların desteklediği bir dağıtım kuruluşu mu olur? Ne olur bilmiyorum. Aslında bir dağıtımcı olsa, işte 3 Saat gibi, Devrimci Gençlik Köprüsü gibi, Berke Baş’ın filmleri gibi, Çayan Demirel’in, Kazım Öz’ün belgeselleri gibi, yani Türkiye’de bağımsız belgeseller diyebileceğimiz onlarca film var. Bunları dağıtan, bunların promosyonunu yapan, insanlara ulaşmasını sağlayan bir dağıtımcı olsa, bu zorluğu aşabiliriz biz. Bu olmadığı sürece de bu zorluğu kişisel çabalarla aşmaya çalışıyoruz.

soL: Aslında “3 Saat” için de yeni bir serüven başladı şimdi. Belgeselin DVD ve VCD’si çıktı.
Can Candan:
Evet,bu büyük bir deney bizim için. Benim hiçbir zaman yapamayacağım bir şey ortaya çıktı belgeselin DVD ve VCD olarak dağıtıma girmesiyle. Birçok yerde raflarda insanlarla buluşacak. Ben hiçbir şekilde bu seyirciye kendi çabalarımla ulaşamam. Bu yetmiyor. Şimdi bir tarafta 2012, bir tarafta Avatar, Recep İvedik gibi filmler. Şimdi bunlar dururken, bu kadar reklam kampanyası yapılmış filmler, işte sinemalarda oynamış, vs. Bunlar dururken 3 Saat diye bir film, ne sinemada gösterilmiş ne birşey. Böyle bir filmin onların yanında görünür olabilmesi pek mümkün değil. Bunu duyurmak gerekiyor. Şimdi önümüzde bizi en zorlayacak kısmı bu. Şimdi elimizde bir ürün var raflarda duruyor, bunu nasıl tanıtabiliriz. Burada da bu tür meselelerle ilgilenen insanların sahiplenmesi gerekiyor.

Bir de milyonlarca DVD satılmıyorsa Türkiye’de, bunun maddi getirisi pek birşey değil. Zaten gelen bize değil. Yani gelen para olursa o bütçe açığını kapamaya gidecek. Dolayısıyla bunun ticari bir kaygısı yok. Bu şu açıdan önemli. Bu ülkenin böyle önemli bir meselesi ile ilgili bir filmin seyirciye ulaşması önemli. Madem sinema göstermiyor, televizyon göstermiyor, o zaman alırım evimde izlerim demek bu. Yani seyirci ben bunu seyretmek istiyorum demeli sinema salonlarına, dağıtımcılara, televizyonculara karşı. Çok uğraştık televizyon için. Özellikle NTV için. Haber arşivlerini kullandık filmde, filmde kendileri de yer alıyorlar. Buna rağmen henüz göstermediler.

soL: Siz “3 Saat” diye başladınız. Şimdi daha da arttı, iki sınav oldu yükseköğretime geçiş. Sınavları kaldıracağız dediler, liselere girişte de üç sınava çıkarttılar.
Can Candan:
ÖSS’nin adı değişti ama süreç olarak, mantık olarak aynı ÖSS. İşte burada şu var, televizyonlar ne kadar bizim meselelerimizle ilgileniyorlar, yoksa bir takım şeylerle insanlar eğlendirilip duruyor mu? Yoksa birtakım reklamlar mı dayatılıyor. Televizyonun toplumsal işlevi nedir? Buna bakmak lazım. Programlar ortada. Nelere para harcandığı ortada. Bilmem biri talk show yapsın diye gece başına binlerce lira para ödenirken, bağımsız belgeseller hiç bir şekilde televizyonlarda gösterilmiyor. Buna da bir tepki olarak bu belgeselleri sahiplenmek lazım. İnsanların kendi meseleleri ile ilgili belgeselleri desteklemeleri gerekiyor, bu sorumluluğu bireylerin de yüklenmesi gerekiyor. Belki küçük bir sorumluluk ama birçok anlamı var. Böyle yapıldığı sürece bağımsız belgesellerin önü açılacaktır. Dediğim gibi en büyük sıkıntımız bu. Biz belgesellerimizi yapabiliyoruz ama seyirciye ulaştıramıyoruz. Yani yok sayılıyor bizim belgesellerimiz. Belki internette yayınlamak bir çözüm ama. Ama bir taraftan bizim bu kadar emek verdiğimiz birşeyin, bu kadar düşük çözünürlükte vesaire izlenmesi doğru gelmiyor bana. Bir yandan eylem belgeselleri yapıyoruz, tamam ama bir taraftanda sinema sanatının içinde yer alıyoruz ne kadar böyle görülmesek de. Herhangi bir sinema ürününe gösterilen saygının bizim işlerimize de gösterilmesini bekliyoruz doğal olarak.

soL: Hem bu güzel belgesele arkadaşlarınızla birlikte verdiğiniz emek için, hem de bu güzel sohbet için çok teşekkür ediyoruz.
Can Candan:
Ben teşekkür ederim.

3 Saat: Bir ÖSS Belgeseli
Yapımcı : Serdar M. Değirmencioğlu, Can Candan
Ortak Yapımcı : Emine Yıldırım – Giyotin Film
Kurgu : Özcan Vardar