Saz-söz ve tevazunun ustası: Neşet Ertaş

Ceketinin önünü açmak için bile seyirciden izin isteyen, dinleyicisine “ayaklarınızın türabı, gönülleriniz hizmetçisiyim efendim” diye seslenen, konserini ısrarlar üzerine iyice uzattıktan sonra “evde hanım bekler, onun sıcaklığına da ihtiyacım var, müsaade buyurursanız” diyebilecek kadar samimi bir tevazu ustasıydı o.

On on bir yaşlarında olmalıydım onu ilk kez gördüğümde. Öldü söylentileri üzerine yıllar sonra uzun süredir gurbetlik ettiği Almanya’dan memlekete dönmüş, birkaç günlüğüne ülkenin en önemli konusu haline gelmişti. Ayağının tozuyla katıldığı bir tv programını kimler aramadı ki yarım saat içinde, bakanlar, valiler, milletvekilleri, sanatçılar… Bir dizi “önemli insan” sırayla telefona bağlanıyor, ustaya hoş geldin diyorlardı. Bense bir kenarda anlamayan gözlerle seyrediyordum olan biteni. Saz çalmaya merak salmış bir çocuk olarak şaşırmamam elde değildi. Televizyonda dejenere bir İstanbul Türkçesi duymaya alışmış, büyük şehirde yetişmiş bir “pop çağı” çocuğu için, Ertaş’ın deyimiyle “kara suratlı”, koyu İç Anadolu şivesi konuşan bir adama gösterilen bu hürmet tabii ki şaşkınlık vericiydi. Ailece seyrettiğimiz o program benim Usta ile tanışmama vesile olurken, aslında memleketin hiç bilmediğim bir başka yüzünü daha tanıtmıştı bana.

Yalnız değildim o akşam, annem, babam, dedem, babaannem derken geniş aile olarak oturmuş beraberce seyretmiştik programı. Ev halkı eski bir tanıdığı görmüş birinin yüzüne takındığı tebessümle, “havalandırılan” türkülere eşlik ettikçe karşılaştığım manzara çift taraflı şaşırtmıştı beni. Şaşkınlığımın ilk sebebi birkaç kuşak olarak beraber oturduğumuz aile bireylerinin ben hariç hepsi, hayatımda ilk defa o gece gördüğüm bu adamı tanıyordu, hâlbuki adı hiç geçmemişti evimizde, hele dedemi televizyonda çalınan bir şarkı ya da türküye eşlik ederken hiç görmemiştim. Şaşkınlığımın ikincisi sebebi ise çocukluğumdan beri kulağıma çalınan, kimindir diye sorma ihtiyacını hiç hissetmediğim, bazen kendiliğinden ağzımdan dökülüveren birçok türkünün sahibinin yine hiç tanımadığım o adam olduğunu öğrenmemdendi.

O geceden sonra yutarcasına Ertaş dinlemeye başlamıştım. Onun çalışını taklit ediyor, tavrını kapmaya çalışıyordum. Hoca seçmiştim kendime Ertaş'ı.

Bir gün eve tüp getiren genç içeride bangır bangır çalan Çiçek Dağı’nı duyunca lafa girerek, “istersen tanıştırayım seni, bizim akraba olur” deyince ne diyeceğimi şaşırmıştım. Almanya’dan dönünce İzmir’e yerleşen üstadın evi, yine bolca Kırşehirli hemşerisinin yaşadığı, lüks olmayan kenar bir semtteydi. Benim için kısa sürede efsane haline gelmiş Ertaş’la hiç beklemediğim bir anda ve şekilde elime geçen tanışma fırsatı yüzünden tüm gece gözüme uyku girmemiş, sabaha kadar düşünmüştüm. Gel gör ki bu fırsatı çocuk evhamına kurban etmiş, bahane uydurarak gitmeyi kabul etmemiştim. Öyle ya, ya beni kaçırırlarsa! Hem koca Ertaş’ın akrabası tüpçülük yapacak değildi ya… Hayatta pek az şeye sonradan bu kadar üzülmüşümdür, yaşayan bir efsaneye o yaşta dokunma, Üstad’dan el alma fırsatını da böylece kaybetmiş oldum.

Benim Neşet Ertaş hikâyem işte böyle başladı. Şimdi bakınca Ertaş’ı ilk kez tanıdığım o günlerde aklıma kazınan bu anılar onu ne kadar da iyi anlatıyor diye düşünmeden edemiyorum saz, söz ve tevazu ustasıydı Ertaş.

Ceketinin önünü açmak için bile seyircisinden izin isteyen, dinleyicisine "ayaklarınızın türabı, gönülleriniz hizmetçisiyim efendim" diye seslenen, konserini ısrarlar üzerine iyice uzattıktan sonra "evde hanım bekler, onun sıcaklığına da ihtiyacım var, müsaade buyurursanız" diyebilecek kadar samimi bir tevazu ustasıydı o. Sazını beğenen birçok kişiye "al senin olsun" diyebilen bir gönlü bol, babasının Kırşehir’de dikilen heykelinde bir eşeğin üstüne oturtulmasına "Eşeğin de canı vardır, sürekli sırtında mı taşıyacak babamı" diyerek heykeli değiştirtecek kadar hassas bir gönül adamıydı Neşet Ertaş.

Şöhretin her türlüsünü görmüş, Alamanya’larda yaşamış ama her zaman büyük şehrin yabancısı olarak kalmış, yıllarca unutulmuş, 20 yıl adından kimsenin söz etmediği, Dünya’ya türkü çalıp-çığırmaya gelmiş bir abdal çocuğuydu o. Gözünü açtığında ilk olarak yoksulluktan perdeleri koyun bağırsağıyla bağlanmış babası Muharrem Ertaş’ın divan sazını görmüş, kitap diye ilk defa Karacaoğlan’ın türkülerinin yazılı olduğu bir defteri tanımıştı.

Hor görülmüş bir topluluğun, yaşamak için saz çalmak zorunda bırakılmış göçebe bir üyesiydi Ertaş. Köyünden çıkıp İstanbul’a geldikten sonra ulaştığı şöhreti kendisi bile hayal edemezdi. Zeki Müren’i Zahide türküsüyle kendinden geçirerek kafasını duvara vurmasına sebep olan ses de, kendisine “bozkırın tezenesi “ unvanını verecek olan Yaşar Kemal’in radyodan ilk defa duyduğu anda işi gücü bırakarak kulak kesilmesini sağlayacak olan ses de onun sesiydi.

Devlet sanatçısı olma teklifini reddetmesinin ardındaki sebepti onu bu ülke insanın ortak değeri yapan. “Ben halkın sanatçısıyım” demiş gerekli görmemişti bu unvanı. Kırk yılda bir televizyona çıkmasına, gazetelerin adından pek bahsetmemesine rağmen türkülerinin yayınlandığı videoların yüz binlerce seyredilmesini başka nasıl açıklayabiliriz ki?

Türkülerinde adını kullanmak yerine “bizler garib doğmuşuk” diyerek “Garip” mahlasını seçen Ertaş’ın ölümü bir devri kapattı. Artık birinci ağızdan kimse dinleyemeyecek türküleri. O türküleri derleyen değil, türküsü derlenen bir kuşağın ozanıydı.

Her daim siyasete uzak durmuş Neşet Ertaş’a kızamayışımızın sebebi kim bilir belki de onun bu sahiciliğinde yatıyordur. Onbinlerce kişinin doldurduğu stadyumlarda ayakta alkışlanan da gocunmadan ve beş kuruş almadan memleketlisinin düğününde de çalıp söyleyen aynı kişiydi çünkü.

Anadolu değerleri diyerek popülizm yapanların, çöp toplayan, bulaşıkçılık, tüpçülük, kapıcılık yapan akrabalarının yüzünü görmemek için kaldıkları siteleri kale duvarlarıyla çevirmesine gocunmuş muydu bilinmez, üstelik yarın cenazede en ön safta bunların duracağını da heralde tahmin etmiştir. Zaten Ertaş onlara yaşarken cevabını yine kendince: sen de bir insansın insanlar gibi / haksız kazancınan sürmedin demi / insanlığın kuralları böyle mi? diyerek peşinen vermişti zaten.

Yaşamı, değerlerin yitimiyle paralel giden benim kuşağımın hayatında istisna bir görüntüydü Ertaş. Şimdi o da yok. Biz geride kalanlar için kaybetmenin hüznü kaçınılmazsa da, her şeyin kötüleştiğini düşündüğümüz bugünlerde nerede ve nasıl bir mirasın üzerinde yaşadığımızı tekrar hatırlattığın için yine de sağol Usta.

Volkan Algan (soL)